“Ey iman edenler! Eğer Allah’tan hakkı ile korkarsanız; O, size iyi ile kötüyü birbirinden tamamen ayırt edecek ince bir anlayış verir, kusurlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.”
(Enfal Sûresi, 8/29)
﴿يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تَتَّقُوا اللَّهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ۗ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ﴾
Tarihte yaşanmış herhangi bir olayı, ancak sebep-sonuç ilişkisi bağlamında değerlendirdiğimizde, o hadiseyi tam olarak anlayabilir ve ondan gereğince istifade edebiliriz. Eğer anlamaya çalıştığımız hadise, Hz. Peygamber’in (sas) ve Sahâbe’nin dünyasına dair bir olay ise, bu durumda sebep-sonuç bağlamında olayları değerlendirme yöntemi daha da bir önem kazanmaktadır. Çünkü rivayetlerin bize aktardığı bir olayı, sadece sonuçlarına bakarak değerlendirdiğimizde, çok ciddi hatalara düşebilir ve yanlış noktalara işi vardırabiliriz. İşte bundan dolayı, Siyer’in içerisinde geçen hangi olay olursa olsun sebeplerini, o sebeplere hadiseyi sevk eden nedenleri, işin neticesinde ortaya çıkan sonucu ve o sonucu hazırlayan zemini iyice ortaya koymalıyız.
Sebep-sonuç ilişkisi bağlamında Siyer’i okumanın insana neler kazandırtacağı konusunda bir örnek daha vermemiz gerekirse, Uhud Gazvesi’ndeki okçuların değerlendirilmesini misal olarak verebiliriz. Bedir Gazvesi’nin ardından Hicretin 3. yılında cereyan eden Uhud Savaşı, İslam Tarihi’nin çok önemli hadiselerinden biridir. Efendimiz (sas) üç bin kişilik Mekke ordusunun Medine’ye doğru geldiğini haber alınca, Sahâbe ile istişare etmiş, kendi görüşü şehrin içinde kalıp savunma savaşı yapmak iken, özellikle Bedir’e katılamamış genç Sahabîlerin görüşünü kabul ederek Medine’nin dışında düşmanı karşılamak üzere harekete geçmişti. Uhud Dağı’nın eteklerine gelince, düşmanın gelip dağın ön tarafına doğru konuşlandıklarını görünce, Efendimiz (sas) de en uygun bir şekilde askerlerini yerleştirmiş, stratejik bir konumu olan Ayneyn geçidine ise Abdullah b. Cübeyr komutasında elli okçu görevlendirmiş ve onlara şöyle talimat vermişti: “Ne şart ve durum olursa olsun asla burayı terk etmeyeceksiniz. Bizlerin cesetlerinin yaban kuşlar(akbabalar) tarafından parçalandığını görseniz bile yerinizi bırakmayacaksınız.” (İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 47; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 293)
Çok açık bir talimat ile Efendimiz (sas) onları uyarmış, bir yönü ile savaşın neticesinin o tepenin korunmasından geçtiğini onlara beyan etmişti. Bir müddet sonra savaş başlamış ve işin bidayetinde Müslümanlar, Mekke ordusunu darmadağın etmişlerdi. Mekkeliler neleri varsa hepsini o meydana bırakıp kaçmaya başlamış, Müslümanlar da onların arkasından geriye bıraktıkları ganimetleri toplama işine girişmişlerdi. İşte tam o esnada, Ayneyn tepesinden savaş meydanındaki bu gelişmeleri seyreden okçu Sahâbîlerden bazıları: “Bu iş tamam, savaş bizim lehimize bitti!” diyerek, (İbn Kesir, el-Bidaye, c. 4, s. 25) Hz. Peygamber’in talimatını unutarak meydana inip, ganimet toplamaya karar vermişlerdi. Abdullah b. Cübeyr, askerlerin bazılarında bu kararı görünce onları uyarmış, ama çok fazla etkili olamamıştı. Orada bulunan elli okçudan, kırk tanesi tepeden aşağıya inmiş, ganimetleri toplamaya başlamışlardı. O ana kadar, tepeyi gözleyen ve orası korunduğu müddetçe İslam ordusuna arkadan saldırılamayacağını bilen Mekkelilerin süvari birliğinin komutanları Halid b. Velid ve İkrime b. Ebî Cehil, Dırâr b. Hattab isimli askerin sesi ile sarsılmışlardı. Dırâr onlara okçuların tepeyi terk ettiklerinin müjdesini veriyordu. Bu haber üzerine hemen Mekkeli süvariler tepeye doğru hücuma geçiyor, geriye kalan on okçu şehit ediliyor ve Müslümanlar arkadan kuşatılıyordu. Beklenmeyen bu saldırı üzerine Müslümanlar derin bir sarsıntı geçiriyor, o anlarda kaçmaya başlayan Mekkeliler toparlanıyor, onlar da geri dönerek saldırıya geçiyor, böylelikle İslam askerleri iki ateş arasında kalarak ciddi sıkıntılar çekiyorlardı. Netice de içlerinde Hz. Hamza, Hz. Mus’ab, Abdullah b. Cahş, Sa’d b. Rebî ve nice Sahâbe’nin büyüklerinden yetmiş kişi şehit oluyor, başta Efendimiz (sas) olmak üzere yaralanmayan kalmıyordu. Böylelikle Uhud Gazvesi, okçuların yerlerini terk etmeleri sonucunda ağır bir bedel ödenerek nihayete eriyordu. (Olayın detayları için bkz: İbn Hişam, es-Sîre, c. 3, s. 83-182; Vakıdi, Kitabü’l-Meğazi, c. 1, s. 223-263; Taberi, Tarih, c. 3, s. 15-40; İbn Esir, el-Kâmil, c, 2, s. 150-180.)
Genel hatları ile Siyer kitaplarımızda Uhud bu şekilde anlatılır, sonrasında okçular tepesini terk eden Sahabî efendilerimiz hakkında ileri-geri konuşulur: “Ganimet sevdası ile böyle yaptılar, bundan dolayı mağlubiyeti tattılar; Resûlullah’ın emrini tutmadılar, bundan dolayı şehit oldular; başlarındaki komutanın talimatını yerine getirmediler, bundan dolayı böyle bedel ödediler…” gibi yorumlar yapılır. Hiç kimse, “Acaba canlarını, mallarını Allah yolunda harcamaktan bir an geri durmayan bu fedakâr sahâbîlerin neden Uhud günü böyle davrandıklarını” sorgulamak gelmez. Hep sonuca odaklanılır ve işin neticesinin üzerine yorumlar yapılır. Tabi böyle olunca da haksız ithamlar yapılır, bahtiyar nesil olan Sahâbe hakkında bazen farkına varmadan edep dışı sözler söylenir ve asıl alınması gereken mesajlar gölgelenir.
Meseleyi hakîmane bir göz ile okuyanlar kimselerin fark etmediği mesajlar elde edebilirler. Mesela Bediüzzaman Hazretlerine göre Uhud’daki o elim hadise, “o an iman mutluluğuna eren Sahâbîlerin, gelecekteki Müslümanların ortaya çıkması için kendilerini feda etmeleridir.” Üstad hazretleri der ki: “Müşrikler içinde, o zamanda saff-ı Sahabede bulunan ekâbir-i Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Hâlid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlâhiye, hasenât-ı istikbaliyelerinin bir mükâfât-ı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlûp olmuşlar tâ, o müstakbel Sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki bârika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin.” (Bediüzzaman, Said Nursi; Lemalar, s. 40)
Bediüzzaman Hazretlerine kimselerin pek dikkat etmediği böyle bir yorumu yaptırtan şey, meseleyi sadece neticesine göre değerlendirmeyip, o neticenin sebeplerini de dikkate alarak hikmet nazarı ile bir okuma yapmasıdır. Biz de Uhud Gazvesi’nin o tablolarını sebep-sonuç ilişkisi bağlamında değerlendirirsek çok önemli noktalar yakalayabiliriz. Bu noktalardan bir tanesi şudur: Uhud Gazvesi’ni Kur’an, Âl-i İmrân Sûresi’nin 121 ila 175. ayetleri arasında anlatır. Ayetler, Hz. Peygamber’in (sas) sabahın erken saatlerinde evinden çıkmasından, Uhud’a gelip askerlerini yerleştirmesinden başlar, savaşın birçok ayrıntılarına kadar bilgi verir. 130. ayete gelince birden konu değişir gibi olur ve savaşın anlatıldığı bir pasaj içerisinde Rabbimiz şöyle buyurur: “Ey İman Edenler! Kat kat arttırılmış olarak faiz yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. Kâfirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının. Allah’a ve Resulü’ne itaat edin ki, rahmete kavuşturulasınız.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/130-132)
Bu üç ayetlik ara konudan sonra söz yine Uhud Gazvesi’nden devam eder. Savaşın anlatıldığı bir yerde böyle farklı bir meseleye Rabbimizin dikkat çekmesi müfessirlerimizin ilgisini çekmiştir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, c. 4, s. 371, 372) İbn Hişam’ın da açıklama yapmadan, “Uhud hakkında nazil olan ayetler” bahsinde, “Faizin yasak edilişi” diyerek bu ayetleri vermesi, (İbn Hişam, es-Sîre, c. 3, s. 147, 149) Uhud ile faizin haram kılınışı arasında bir bağ olduğu bilgisini bize verir. Bu bağ şudur: Sahâbe’den bazıları savaşa katılmak için o gün Medine’de bulunan tefecilerden faiz ile para almış, o para ile savaş malzemeleri alarak Uhud’un meydanına gelmişlerdi. Eğer o gün ganimet olarak, borçlarını ödeyecek miktarda bir şeyler toplayamasalar, çok ciddi sıkıntılar çekecek, belki de bir ömür o borçlarla yaşamak zorunda kalacaklardı. Çünkü o günkü faiz, katlanarak artan bir faizdi. Vadesinde ödenmeyen borç iki katına çıkarılıyor, artık borçlu o halden bir türlü kurtulamıyordu. Böyle sosyal bir gerçeklik ortada olduğu için Sahâbe, okçular tepesini terk ediyor ve işin nihayetinde olanlar oluyordu. Şimdi biz, bu hadisenin böyle bir sebebi olduğunu bildiğimizde ve meseleyi sebepleri açısından değerlendirdiğimizde; “Ganimet sevdası ile emri dinlemediler, dünyalık peşine koştular onun için mağlubiyeti tattılar” gibi değerlendirmelere girmeyecek çok daha farklı ve isabetli tespitlerle Uhud’un o tablosundan istifade edeceğiz.
Siyer’in çok önemli bir tablosu olan Uhud’u doğru anladıktan sonra meselenin bize bakan yönüne nazarları yoğunlaştırır ve şöyle bir soru sorarız: “Sahâbe’nin Uhud’daki imtihan alanı Ayneyn/Okçular Tepesi idi; Ey 21. asırda yaşayan Müslüman senin Okçular Tepen neresi?” Eğer biz bu soruyu sormazsak Uhud hep Medine’de ve 6. asırda olmuş-bitmiş bir hadise olarak kalacak… Dolayısı ile bu soru sorulmalı ve imtihan alanları güncellenerek tespit edilmeli; buna göre de tedbirler alınmalı ve teyakkuz hali sağlanmalıdır.
Unutulmamalıdır ki, ne Uhudlar bitecek, ne Okçular Tepesi? Dünya döndükçe Müslümanların imtihanları devam edecek… Öyleyse imtihan alanlarını iyi tespit etmek ve sadakatle oraları korumak bizi Uhudların mağlubu değil, galibi yapacaktır. Rabbim hepimize bu ince anlayışı nasip eylesin. (amin)
Muhammed Emin Yıldırım