Kur’an’ın modern muhatapları olan bizler, herhalde bugünün dünyasında en fazla evveliyatlarımızı/önceliklerimizi belirleme noktasında sorunlar yaşamaktayız. Öyle ki çoğu zaman 5.sırada olması gerekeni 1.sıraya, 1.sırada olması gerekeni 15. sıraya, altlarda olması gerekeni üstlere, en önde olması gerekeni en arkaya alma gibi yanlışlara kapılar açmaktayız. Bunu hayatın her alanında yaptığımız gibi ne hazindir ki, Kur’an’ı talim etme alanında da yapıyoruz. İlahi vahyi öğrenme çabalarında da bir türlü sıralamayı istifadelerimizi ziyadeleştirecek bir şekilde tesis edemiyoruz. Peki, bu konuda nasıl bir yöntem izlemeliyiz? İsterseniz cevabını her zaman yaptığımız gibi yine köklerimiz olan Sahabe nesline müracaat ederek bulmaya çalışalım.
Bu konuda sizlere Abdullah ibn Ömer’den bir örnek vermek istiyorum. Abdullah ibn Ömer dediğimiz zaman 7- 8 yaşlarında babası Hz. Ömer’den önce iman ile tanışmış bir yiğitten bahis açmış oluruz. Yaşı küçük olduğu için Bedir’e ve Uhud’a katılamayıp, ancak Hendek Gazvesinde Allah Resulü’nün arkasında kılıç sallama şerefine nail olmuş bir yiğitten bahis açmış oluruz. Adım adım Allah Resulü’nü izleyen; “Bana farz, vacip sünnet deyip durmayın; Allah Resulü filanca işi yaptı mı yapmadı mı onu söyleyin” deyip, Efendimiz’e ittiba ve sünnete temessuk noktasında bazen çizgileri zorlayacak düzeyde bir takibin sahibi olan yiğit bir şahsiyetten bahis açmış oluruz. Ve bize 170’i Buhari ve Müslim’in ortaklaşa rivayet ettikleri olmak üzere, toplam 2630 hadis rivayet ederek, Ebu Hureyre’den sonra en fazla hadis nakleden ve bizlere Müslümanca düşünme ve Müslümanca yaşama hususunda çok önemli katkılar sağlayan bir yıldızdan bahis açmış oluruz. Hayatımızın birçok alanında bize yön gösteren fikirlerin sahibi olan Abdullah ibn Ömer bakın Kur’an anlayışı konusunda bize nasıl bir ufuk açmaktadır?
Abdullah ibn Ömer bir gün sadece Kur’an’ın ezberini öncelleyen bir topluluk görür; işin sadece lafızlarını hıfzetmeye çalışan bu topluluk ne yazık ki, bu yüce sahabiyi sevindirmez ve orada şöyle der: “Biz öyle bir hayat yaşadık ki, bizlere Kur’an’dan önce iman verildi. Bir sûre Efendimiz’e nazil olur olmaz bizler; o sûre de, Allah’ın bizlere vermek istediği mesajları anlamak için gayret sarf eder, helalleri ve haramları öğrenmeye çalışırdık. Siz şimdi nasıl Kur’an’ın lafızlarını öğrenme hususunda çaba harcıyorsanız, biz bu çabadan daha fazlasını o ayetleri anlamak için harcardık. Ama bakıyorum ki, bizden sonra gelenler Fatiha’dan başlayıp, sonuna kadar okuyup ezberlemelerine rağmen; ‘Emirler nelerdir? Nehiyler nelerdir? Üzerinde kafa yorulması gereken meseleler nelerdir?’ Bunları önemsemeden aynen kötü cinsli hurmaların görüntüsü ve tadı gibi işin sadece bir boyutu ile ilgileniyorlar.”
Abdullah ibn Ömer zamanında Kur’an talimi konusundaki eksikliğe işte böyle bir feryat ediyordu. O güne bile böyle feryat eden, kim bilir bizi görseydi, bizim Kur’an ile olan yada hiç olmayan ilişkilerimizi bilseydi acaba neler söylerdi? Neler söyleyeceğini şöyle yada böyle tahmin edebiliyoruz; isterseniz bu meseleye hiç girmeyelim ve bu örnekte Abdullah ibn Ömer’in dile getirdiği bir söz üzerinde biraz duralım. Nedir bu söz? “Kur’an’dan önce imanın verilmesi…” Bu söz ile anlıyoruz ki Sahabe nesli Kur’an’ı talim etmeye başlamadan önce imanın muhatapları olmuşlardır. Bu çok önemli bir noktadır ve gerçekten üzerinde durulmaya değer bir konudur.
Peki, Kur’an’dan önce imanı öğrenen Sahabeye bunu kim öğretmiştir? Elbette ki bunu onlara her konuda olduğu gibi bu konuda da tartışılmaz muallimleri olan Alemlerin Sultanı Efendimiz öğretmiştir. Öyleyse bu bilgi ışığında şöyle bir iddiada bulunsak acaba yanlış bir iddia mı ortaya atmış oluruz? Sahabe önce Allah Resulü ile tanıştı, sonra iman ile tanıştı ve bu ön bilgi ile de Kur’an’ın rahle-i tedrisatının önünde talebe oldu. Yani Sahabe önce Efendimiz’i, sonra imanı, sonra Kur’an’ı tanıdı.
Eğer bu iddiamız doğruysa-ki bunu destekleyen bir çok delile sahibiz- şimdi daha iyi anlıyoruz Sahabenin Kur’an anlayışının temellerini ve bizim nerede yanlış yaptığımızı… Dolayısı ile “Neden Sahabe gibi ilahi vahiy ile sıcak bir ilişki kuramıyoruz?” sorusunun cevaplarından biride işte bu ayrıntıda saklıdır. Çünkü biz Sahabenin elde ettiği ve işin başında kazandığı alt bir zeminden mahrum olarak Kur’an’ın karşısına geçiyoruz. Yeterince Efendimiz’i tanımıyoruz, yeterince imanı ve imanın hakikatlerini bilmiyoruz; bunları bilmeden yada bunları zihin dünyamızda ve yüreklerimizde tam anlamı ile tesis etmeden Kur’an’dan istifade etmeye çalışıyoruz. Ne yazık ki böyle bir zeminden mahrum olduğumuz içinde tam anlamı ile bir istifadeyi elde edemiyoruz.
Öyleyse yapılması gereken aynen Sahabe nesli gibi Kur’an’ın rehberliğinde önce Efendimiz’i tanımak ve sonra imanı; marifet, tasdik, amel ve ikrar dörtlüsü ile hayata hakim kılmak ve böyle bir bilinç ile yeniden Kur’an’a muhatap olmaktır.
Muhammed Emin YILDIRIM