Tanımak ve bilmek dilimizde çokta farklarını gözetmeden kullandığımız kelimelerdendir. Daha ilk karşılaştığımız birisiyle adından başlayıp memleketi, mesleği, yaşı, çocuk sahibi olup olmadığının ötesine geçmeyen üç-beş dakikalık selamlaşma faslını o insan ile tanıştığımız iddiası ile tamamlarız. Ama tanışmak ve tabi ki tanımak aslında çok farklı bir durumdur. Bunun için Hz. Ömer tanışmayı üç şeye bağlamıştı : Yolculuk, ticaret, aynı mekanı paylaşmak.. Bu üç şey insanı insana tanıtan en önemli üç alandır. Türkçe de pek de önemsenmeden bu iki kelimeyi birbiri yerine kullansakta arap dilinde iki kelimenin ifade edilişleri birbirlerinden farklıdır. Tanımak arap dilinde “arefe” tanıdı, tanıyan arif tanınan ise marifet olarak ifade edilir. Bilmek ise alime bildi, bilen alim, bilinen ise malumat biçiminde dile getirilir. Demek ki bilmek ve tanımak çok farklı iki durumdur. “Her tanıyan bilir, ama her bilen tanıyamayabilir.”
Aynı şeyi Efendimiz (s.a.v) karşısındaki durumumuz içinde söyleyebiliriz. Bugün birbuçuk milyarlık İslam ailesinin kaç ferdi Peygamber Efendimizi tanıyor ? Bunun hesabını yapmamız zor ama şunu iyi biliyoruz ki; bu koca ailenin her ferdi O’nu (s.a.v) bilmektedir. O’nu bilenler çoğunlukta ama tanıyanların o çoğunlukta olduğunu ne yazık ki söyleyemiyoruz. O’nu bilenler O’nun ne zaman doğduğunu, ne zaman vefat ettiğini, savaşlarını, çocuklarının isimlerini, hanımlarını, hicretini, miracını ve daha onlarca şeyi biliyorlar. Çok gariptir, bu bilinenlerin çoğunu belki daha fazlasını Mekke’de O’na karşı çıkanlarda biliyorlardı. Herhalde Hz. Muhammed’in (s.a.v) öz amcası Ebu Leheb bizden daha çok Peygamberin bu özel bilgilerine sahip idi. Ama onlar o yüce ruhu tanıyamadılar, tanıyamadıkları içinde tam anlamı ile tabi olamadılar ve O’na karşı oldular. İşte bilmek yalnız başına yeterli değil, o bilginin marifete, yani aşka dönüşüp sahibini tanıdığı o değerler uğruna fedakarlık yapmaya zorlamalıdır.
Bilmek sürecinin tanımaya nasıl dönüştüğünü ve bu iki fiilin sahibini nasıl değiştirdiğine dair siyerde bir çok örnekler vardır. Bunlardan bir tanesini aktaralım. Hudeybiye de antlaşma yapılmasına karar verilince Mekke ileri gelenleri bir diplomatik uzman olan Süheyl ibn Amr’ı Efendimize gönderdiler. Süheyl Efendimizi çok yakînen bilen birisi idi. Antlaşmanın hemen başında Süheyl “Bismillahirrahmanirrahim’e” itiraz etmiş, biz Rahman nedir bilmeyiz demişti. Bizim bildiğimiz yazılacak diye diretmişti. Antlaşmayı “Bismike Allahümme” diye başlatmıştı. Süheyl’in ikinci itirazı “Resulullah” ifadesine olmuştu. “Biz eğer senin Resullüğünü kabul etseydik seninle savaşmazdık” demişti. Antlaşmayı yazan Hz. Ali’ye sil onu ve “Abdullah oğlu Muhammed ile Amr oğlu Süheyl” diye yaz dedi. Süheyl o gün çok aksi ve çok alaylayıcı bir üslub ile Efendimizle (s.a.v) konuşuyordu. Sahabe başta Hz. Ömer olmak üzere müthiş bir kızgınlık geçiriyorlardı içlerinde, ama o günün şartları içerisinde hiçbir şey diyemiyorlardı. Antlaşma görünürde müslümanların aleyhine olan birçok madde ile imzalandı. Efendimiz’i bilen Süheyl büyük bir başarı elde etmişcesine gururlanarak Mekke’ye döndü. Aradan iki yada üç yıl geçmeden Mekke fethedildi. Resulullah tek ve son haccı olan veda haccı için Mekke’de idi. İhramını çıkarmak için traş olmaktaydı. O traş olurken birisi gizlenerek gelip O’nun (s.a.v) dökülen mübarek saç ve sakal tellerini topluyor, bir köşeye çekilip, o saç ve sakalları yüzüne, gözüne sürerek ağlıyordu. Enes b. Malik rivayet ediyor ve diyor ki; “Merak ettim bu şahsın kimliğini, soruşturdum. Ve onun Hudeybiye’de Efendimiz’e karşı küstahça konuşan Süheyl ibn Amr olduğunu öğrendim. Daha dün Resulullah ifadesine karşı çıkan Süheyl, şimdi O’nun saçının tellerini yüzüne gözüne sürdüğünü görünce hayrete düştüm”
İşte Süheyl bilme yolculuğunu tanıma saadeti ile böyle noktalamıştı. Bunun için bilen sadece haberdar olur, tanıyan bildiği şeyin yolunda olur. Bilen sadece malumat sahibi olur, tanıyan ise o malumatları marifete yani aşka taşımış olur. Bilen sadece bilgisi ile yetinir, tanıyan o bildiği değerler yoluna kurban olur.
Şimdi şu soruyu herkes kendisine sorsun, O’nu (s.a.v) tanıyor muyuz?
Muhammed Emin Yıldırım