Kur’ân, Allah Teâla tarafından insanlara “dosdoğru yolu göstermek’’ için indirilmiştir ve bunu yapmak için birçok öğretme metodu kullanmıştır. Bunlardan biri de “içten dışa doğru öğretme’’dir. Bu doğrultuda Müslüman bireyin hayat boyu içten dışa doğru değişimini ve oluşumunu hedefler. Kur’ân’ın bu metodu ‘’vahdet’’ ilkesini kalplere yerleştirme hususunda da geçerlidir. Bu bağlamda kişinin önce kendi içinde vahdet olmasını amaçlar.
İslâm’ın yetiştirmek istediği kâmil insanın içi ile dışının bir olması, bunun için de başta kendi kimliği ile barışık olması gerekmektedir. Kendi Müslüman kimliğini tanımalı ve bu doğrultuda bir yaşam sürmeyi amaçlamalıdır. Çünkü kalbinde bu anlamda vahdet olmayan bir birey inandığı gibi düşünüp yaşayamaz, sürekli iç çatışmalar içerisinde kalır, böyle zayıf bireylerden ise sağlam bir toplum inşa edilemez.
İşte tam olarak da bunun sağlanamadığı toplumlarda sözleri ile fiilleri birbirini tutmayan, topluluk içinde din adına esip gürleyen, kimsenin olmadığı yerlerde ise günaha girmekten kaçınmayan nice ‘’Müslümanlar’’ yetişmektedir.
Oysa Kur’ân-ı Kerim bizlere “Yapmadığınız/yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz?[1] İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?”[2] buyurarak bu gerçeğe dikkat çeker.
Bunun içindir ki halk arasında ‘’Ayinesi işidir kişinin, lafa bakılmaz.’’ denmiştir.
O halde İslâm dininde fikir-zikir birliği, iman-amel birliği yanında, söz-eylem birliği de kaçınılmazdır. Zira bir şeyin gereğine ve doğruluğuna inandığı halde, onun gereğini yerine getirmeyen/getiremeyen kişi ikilem içerisinde olacaktır. Aslı ile barışık olmamaktan kaynaklanan bu ikilem onu kaçınılmaz bir huzursuzluğa götürecektir.
Kalbin ihyası, toplumun inşası
Kur’ân, kişileri inşa etmeye kalplerden başlar, tıpkı toplumu inşa etmeye bireylerden başladığı gibi…Yirmi üç senede tedricen nazil olan Kur’ân’ın on üç senesi Mekke’de inen ayetlerden oluşur. Bu ayetler ağırlıklı olarak inanç konularını ve fertlerin iç dünyasının sağlam temeller üzerine inşa edilmesini konu edinir. Ahkam ağırlıklı Medine’de inen ayetlerde de aynı konu işlenmeye devam eder. Bu bize, kalplerin eğitiminin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Buradan çıkarttığımız netice şudur ki kişilerin kalp eğitimi kesintisiz sürmelidir…
İslâm, insan davranışlarının menbağı olan iç dünyaya büyük önem vermiştir. İmanın kalbin tasdikinden ibaret sayılmasının nedeni de budur.
İslâm, işe öncelikle gönüllerin inşasından başlamış ve iç dünyanın kontrolünü imanın elinde tutmayı hedeflemiştir. Nitekim davranışların İslâm’a göre anlamlı ve değerli olması için inanarak yapılması şart koşulmuştur.
İslâm, insanın Cennet anahtarı olan salih ameli, iman etmeye endekslenmiştir.
Kur’ân-ı Kerim insanı eğitmede kalp eğitimine büyük önem vermiştir. Birçok ayet ve hadiste kalp eğitimi ile ilgili açıklamalar ve uyarılar yer almıştır. Bunları bir bütün olarak okuyan kimse, kalbinden de sorumlu olduğunu anlayacak ve bu manada kalbinde beslediğini yaşaması gerektiğini idrak etmeli ve nifak, şirk, inkâr, küfür gibi itikadî sapmalardan; haset, kibir, kin gibi ahlâkî düşüklüklerden kalbini, gönlünü ve beynini korumaya çalışmalıdır.
Tasfiye olamamış kalpler: Münafıklar
Kur’ân, öncelikle bireyin iç dünyasını tasfiye ettikten sonra, oluşturacağı toplumun fertlerinin gönül birliği üzerinde durur. Çünkü iç dünyası tasfiye olmamış kimselerde ‘’Münafıklık’’ alametlerinin oluşması muhtemeldir. Fakat İslâm’ın öngördüğü anlayışta buna yer yoktur.
Kur’ân’ı Kerim Münafıklardan bahsederken onların kalplerinin parçalı olduğuna dikkat çeker ve şu ifadeleri kullanır:
“Onların kendi aralarında şiddetli ayrılık vardır. Sen onları toplu sanırsın, ama kalpleri dağınıktır. Öyledir, çünkü onlar düşünmez bir topluluktur.”[3]
Aynı Sûre’nin bir önceki ayetinde ise Münafıkların Allah’tan çok insanlarda korktuğu üzerinde durulur. Bu da yine iç dünyada bir şeylerin yolunda olmadığının delilidir. Başka bir ayette de şeytanın dostları olan iki yüzlülerin insanlardan, Allah’tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya başladıkları[4] bildirilir. Münafıkların bu hali bizlere öz kimliğinde benlik sorunu yaşadığını gösterir. Bu halde olan bireylerden bir toplum oluştuğunu düşündüğümüzde, bu toplumun niteliksiz birlikteliklerden meydana geleceğini ve uzun vadede dağılıp yıkılmaya mahkûm olacağını söylemek pek de öngörülemez bir şey olmasa gerek… Gönül birliğini oluşturamayan bu güruhlar, gönüllerinde tevhidi hâkim kılamadıklarından, kalplerine Allah’ın sevgi ve korkusunu birlikte yerleştiremezler ve böylece onları birbirlerine kenetleyen temel harçtan mahrum olurlar. Gönülleri birbirine kenetleyecek o harç ise ‘’tevhit’’dir.
Münafıklar kalplerindeki bu hal ise bir hastalıktır ve bu hastalık onları iki arada bir derede kalan kararsız kimseler haline getirir. Bu nedenle sürekli bir iç çatışma içerisinedirler. Çünkü bir gönle iki zıt sevgiyi, iki zıt nefreti yahut iki zıt korkuyu yerleştirmeye çalışırlar. Oysa tek kalpte, birbirine zıt iki sevgi yahut iki korku sığmaz. “Allâh, bir adamın (göğüs) boşluğunda iki kalp yaratmadı…”[5] Bu sebeple bu kimseler ne oldukları gibi görünebilirler ne de göründükleri gibi olabilirler.
Öz kimlik karmaşasının topluma etkileri
Böyle kimseler birey olarak iç dünyalarında birliği oluşturamadıkları gibi, toplum olarak kalıcı ittihadı da oluşturamayacaklardır. Zira hedef ve beklentileri farklı farklı olacaktır. Çünkü nifakın, tevhid gibi kalıcı ve birleştirici rolü yoktur.
Allah Teâla, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur;
“Birbiriyle çekişen ortaklara bağlı olan bir adam (yani köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adam. Şimdi bu ikisinin durumu bir olur mu?”[6]
İslâm toplumunu oluşturacak olan bireyden istenen, tek kalbe tek sevgiyi, tek hedefi yerleştirmektir. Bu birliktelik onları birbirine yaklaştıracak, kaynaştıracak, yek vücut hale getirecektir. Böyle olduğu müddetçe insan olarak birbirlerinde görebilecekleri ufak tefek kusurları görmeyecekler, onları affetmesini bileceklerdir.
Nitekim gerçek Müminler aralarında zaman zaman anlaşmazlıklar olsa bile birbirlerine şöyle dua ederler: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli çok merhametlisin!”[7]
Ayrıca bu insanların kalpleri ile hayatlarının nizamında vahdet ve barış olacağından, elinden ve dilinden emin kimseler halini alacaklardır. Böyle emin tek bir insandan bile birçok insan neşv-ü nema bulacak, bu birçok insan bir toplumu, o toplum bir şehri, o şehir bir ülkeyi, o ülke bir dünyayı barış içinde yaşanabilir ve emin bir hale getirecektir.
Ayşenur Sözgen
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Temmuz-Eylül 2018/7 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Saff, 61/2.
[2] Bakara, 2/44.
[3] Haşr, 28/14.
[4] Nisa, 4/77.
[5] Ahzab, 21/4.
[6] Zümer, 23/29.
[7] Haşr, 28/10.