Vahyin ilk muhatapları olan Sahabe neslinin hayatlarının her tablosu, bizler için çok önemlidir. Çünkü onlar bizlerin Müslümanlığımızın aynalarıdır. Biz ideal mümin duruşunun nasıl olması gerektiğini ancak onların hayatlarına bakarak öğrenebiliriz. İşte aramızdaki bu önemli bağdan dolayı o bahtiyarlar topluluğu bizlerin kökleri, her zaman ve mekânın yegâne rehberleridirler.
Öyle ise gelin, bu güzide rehberlerimizin hayatlarından on bir ayın sultanı olan Ramazanın bereketli iklimine girdiğimiz bu günlerde, bu aydan daha fazla istifade etme adına; “Acaba onlar Ramazan ayını nasıl ihya ederlerdi?” sorusuna cevap arayalım.
Kur’an’ın doğrudan muhatapları olan o ayrıcalıklı nesil, vahyin hayatları dirilten tüm mesajlarını ilk kez duyanlar ve bu mesajları ilk kez hayatlarında uygulayanlardı. Kur’an ile çok canlı ilişkileri olan o nesil her gün; “bugün Allah bize ne söyleyecek?” heyecanı ile yaşıyorlardı. İşte bu heyecanı en üst düzeyde yaşadıkları bir zaman dilimi olan Hicretin 2. yılında, Ramazan ayının tamamının oruçlu geçirilmesi emrine muhatap oldular. Nübüvvetin geride kalan 15 yılından sonra böyle bir emre muhatap olan sahabe nesli, büyük bir coşku ve heyecan ile öteden beri kutsal saydıkları bu aya, daha da önem vermeye başladılar. Bu bahtiyarlar topluluğunun muallimi olan Efendimiz (s.a.v.) oruçla birlikte birçok güzel ibadeti de bu güzide neslin gündemine taşıdı. Önce Ramazan gecelerinin ziyneti teravih namazları ile tanıştılar. Allah Resulü (s.a.v.) birkaç gece mescidde kıldığı bu namazları, ümmetinden bazılarının farz gibi algılamamaları için evine taşımasına rağmen, sahabe oruçla birlikte öğrendiği teravih rnamazlarını hiçbir zaman gündeminden düşürmemiş, Hz. Ömer ile birlikte de yeniden cemaatle eda etmeye başlamışlardı. Oruç ve Ramazan gecelerinin ziyneti olan teravih namazları, Medine’de ki bu ilk neslin büyük bir coşku ve heyecan ile ihya etmeye çalıştıkları bir ibadete dönüşmüştü.
Oruç ve teravih namazlarının yanında Sahabe nesli Bakara Sûresinin 185.ayetinden Ramazanı on bir aya sultan eden en önemli sebebin ne olduğunu öğrenmişlerdi. Bu sebep ayetinde açıkça belirttiği gibi Kur’an’ın bu ayda nazil olmaya başlamasıydı. Yani bu ay vahyin doğum ayı idi. Öyle ise bu ay Kur’an’ın şanına yakışır bir biçimde ihya edilmeliydi. Sahabe nesli bunu bildikleri için, bu ay bol bol Kur’an okur, onun ayetleri üzerinde tefekkür eder; “Rabbim bana ne diyor? Ne demek istiyor? Neleri benden istiyor?” sorularına cevaplar bulmaya çalışırlardı. Bizim mukabele dediğimiz, ama sadece yüzünden okuduğumuz Kur’an’ı, onlar yüzünden okumakla kalmaz birde o ayetler üzerinde ciddi bir zihni çaba verirlerdi. Allah’ın ne dediğini Kur’an’ın lafızları ve manasının içerisinde, ne demek istediğini ise maksat da ararlardı.
Ramazanın bu coşku ve heyecanı son on güne girince zirvelere taşınırdı. Çünkü son on gün Hira günleri; yani itikâf günleriydi. O günler beşerin melekleşme yolunda yürümeye başladığı günlerdi. O günler, içerisinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesinin aranması gereken günlerdi. O günler, Allah ile kurbiyetin/yakınlığın en üst düzeyde tesis edilmesi gereken günlerdi. İtikâf ile Allah’ın zimmeti altına giren o güzide nesle, muallimleri olan Efendimiz (s.a.v.) bir şeyi daha öğretiyordu; o da Fıtır sadakasıydı. Bu sadaka, zekâttan ayrı olarak her fıtrat sahibinin Allah adına ve O’nun namına vermeyi öğrenmesi ve toplum içerisindeki sosyal dayanışmayı daha da güçlendirmesi için yerine getirilmesi istenilen bir yükümlülüktü.
O ilk nesil, bu bereketli ayın sonunda birde ödülün olduğunu öğrenecek ve ilk kez bayram yapmanın heyecanını yaşayacaklardı. Artık bayramla da Ramazanı yolcu etmenin hüznünü biraz olsun giderecek ve bir sonraki Ramazana kadar, elde edilen güzellikleri muhafaza etme gayreti göstereceklerdi.
Kur’an’ın ilk muhatapları olan sahabe neslinin Ramazanını en kaba hatları ile böyle resmedebiliriz. Burada şu noktanın altını çizmemiz gerekiyor; onlar ramazana has bir Müslümanlık oluşturmuyor, aslında var olan güzelliklerini daha da zirvelere taşıyorlardı. Dolayısı ile onlar kulluklarını bir zamana yada bir mekana sıkıştırma gibi, bugünün insanları olarak bizlerin çokça yaptığı bir yanlışa kapı açmıyorlardı. Gerçi biz buna da hasret kaldık ya, ama bilelim ki; sahabenin dünyasında Ramazan Müslümanlığı gibi hayatın sadece bir bölümünü kapsayan, diğer bölümlerine ise etki etmeyen bir şey yoktu. Onlar hayatlarının her anını vahyin gölgesinde geçirmeye çalışan bir nesil idi. Hal böyle olunca Ramazan onlar için bambaşka bir ruh iklimine yolculuk etmelerinin en büyük vesilesine dönüşüyordu.
Peki, onlardan bize nasıl bir iz düşmeli? Onlar Peygamber’in sahabîleri, biz ise o kutlu Nebi’nin kardeşleriyiz. Müjdeyi veren bizzat sesine ve nefesine kurban olduğumuz Efendimiz’dir. O (s.a.v.) diyordu ki: “Ya Rabbi! Onların yaptıkları biri, yapmadıkları ona say.” Yani bir yapıp, on kazansınlar. O halde Ramazan bizler için Resulullah’ın kardeşleri olma şerefini kazanacağımız bir fırsata dönüşmelidir. Öncesinde iyi bir muhasebe, sonrasında güçlü bir irade ile kulluk yolunda yürümeyi öğretmelidir. Eğer Ramazan on bir ayın sultanı gibi ihya edilirse, ayların şahı ve imamı olacak, öne geçecek; geri kalan on bir ayı çekip arkasından götürecektir.
İnşallah Rabbim, sahabînin iman yolundaki coşkusunu ve heyecanını bizlerde de diriltirde, bizde Ramazanı hoş eder, hoş etmeye gelen bu bereketli zamanı boş olarak değil, hoş ederek yolcu edenlerden oluruz.
Muhammed Emin YILDIRIM