Ne zaman bir musibet ve bela ile karşı karşıya kalsam, bir mekanda; tek başıma seslice ve defalarca Bakara Sûresinin 152 ile 157. ayetlerini okur, Vahyin ecza dolabından derdime derman ararım. Hiçbir söz ve hiçbir metin, bu ayetler kadar bende; böyle durumlarda tesir oluşturmuyor, yüreğime sükunet vermiyor. İlahî kelamın akılları ikna eden, gönülleri ise tatmin edip; itminana kavuşturan özelliğinin sayesinde, en zorlu zamanlarda Vahiy imdadımıza yetişerek bizlere dert ortağı, sırdaş ve yoldaş oluyor. Çünkü Kur’an; derdi veren otoritenin sunduğu ilahî reçetelerdir. Bizlere düşen ise bu reçeteleri doğru tahlil ve tatbik ederek, hastalıklarımızı tedavi etmektir.
Bahsettiğim ayetlerin hepsini burada tahlil edecek değilim, sadece 152 ve 153. ayetler üzerine birkaç tespit yapmaya çalışacağım. Ancak bu tespite geçmeden, musibet ve belanın nasıl anlaşılması gerektiğini, Sahabe nesli ile bizlerin algılayışlarındaki en temel farkı anlatacak bir örnek vermek istiyorum: Hz. Ömer döneminde sahabi hanımlarından birinin çocuğunun, başına bir kaza gelir ve yaralanır. Biri; vâ müsibeta / vay başımıza gelen musibet diye haykırarak sahabi hanıma bu olayı haber vermek ister. Heyecanla hanımın yanına varan bu insanı teskin etmek, yine Hz.Peygamber’in terbiyesinde yetişmiş hanım sahabiye düşer; ve sorar: “Ne oldu? Ne bu hal? Neymiş bu büyük musibet? Düşmanlar İslam topraklarına mı saldırdı?” Denilir ki: Hayır. “Müslümanların halifesi mi öldürüldü?” Denilir ki: Hayır. “İslamın mukaddesatları ayaklar altına mı alındı?” Denilir ki: Hayır. “O zaman ortada musibet adına bir şey yok demektir.”
İşte sahabenin dünyasında musibetin gerçek anlamı budur. Onlar Allah’tan kendi nefislerine gönderilen her türlü bela ve musibetin bir rahmet olduğu bilinci ile hareket ediyorlar ve ortalığı velveleye vermeyi akıllarından bile geçirmiyorlardı. Ama İslam’a ve onun mukaddesatlarına olan saldırıları en büyük musibet olarak görüyor, uykuları kaçıyor ve çözümü için her türlü imkanı seferber ediyorlardı. İslam’ın mukaddesatlarına olan saldırılara ise sahabe; iki eylem ile karşılık veriyorlardı. Neydi bunlar biliyor musunuz? Sabır ve Namaz
Bakara Sûresinin 152. ayetinde Allah; kullarından her an anılmayı, unutulmamayı ve verilen nimetlere karşı nankörlük değil, şükür istediğini; yani Allahlı bir hayat beklediğini söylemektedir. Allahlı bir hayat ise kolay değil, zordur. Ucuz değil, değerlidir. Bunun için Allahlı bir hayata talip olmak demek; her türlü sıkıntı, bela, hakaret ve cahillerin sataşmasına talip olmak demektir. Allahlı bir hayata talip olan bir Müslüman karşılaştığı her türlü bela ve musibet ile olumsuz söz ve davranışa karşı, sergileyeceği tavrı Kur’an işte şu ayet ile bizlere öğretmektedir: “Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (2/153)
Ayette ifade edilen sabır asla miskinlik, çaresizlik ve zillete mahkum olmak olmadığı gibi, salat’ta sadece namaz değildir. Sabır; direnmektir, karşı koymaktır, o musibeti saadete çevirmenin yollarını aramaktır. Salat ise; namazdır, fiili ve kavli dualardır. Sabır ve Namaz; ilahî yardımın ulaşmasının şartıdır. O halde bir Müslüman, musibetlere karşı İslamî sorumluluğun gereği olarak sabır ve namaz ile Allah’tan yardım dilemelidir. Ama bu iki eylemde sadece söz ile slogandan öteye geçmeyen bazı söylemlerle ne yazık ki olmuyor, bu bir aşk işidir, bir sevdadır.
Şimdi hepimiz soralım nefislerimize; İslam’ın mukaddesatlarını korumak ve savunmak için ne kadar çaba gösteriyoruz? Dökülen mazlum ve mustazafların kanlarını televizyon ekranlarından seyrederken o anki ruh halimizi ne kadar muhafaza ediyor, zülme ve zalime olan nefretimizi ne kadar meşru zeminde koruyabiliyoruz? Gecenin siyah zülüflerinde ne kadar seccadelerimizi arkadaş ediniyor, gözyaşlarımız ile çağın ebabillerine dualar edebiliyoruz? Ona buna saldırmadan, ben ve benim sorumluluklarım deyip ne kadar nefislerimizi sorgulayabiliyoruz? Zamanı en kıymetli hazine bilip, benim boşa geçirecek tek saniyem yok deyip, ne kadar Allah yolunda ve sadece O’nun rızası için ter dökebiliyoruz?
Unutmayalım ki; her dava; uğruna ödenen bedellerle değer kazanır. İstediğimiz ve arzuladığımız şeyler uğruna yeterli oranda bedeller ödeyebildiğimiz takdirde Mescid-i Aksa’yı rüyamızda ağlarken değil, gülerken göreceğiz.
Muhammed Emin YILDIRIM