İlahî bir gündem ve ikram olan Ramazandan hakkı ile istifade etmenin ve onu on bir aya sultan kılmanın yolu, tam anlamı ile yapılmış bir muhasebeden geçiyordu. Geçen haftaki yazımızda muhasebenin ilk basamağının mazinin, halin ve istikbalin gözden geçirilerek ortaya işletme lisanı ile konuşursak bir bilançonun çıkarılması olduğunu söylemiştik. Bu yapılınca bu seferde muhasebenin diğer iki basamağı gündeme getirilmeliydi. Bu iki basamak; Muhatebe ve Muagabe’dir.
Muhatabe; insanın kendi iç dünyasını sorgulamasıdır. Muhasebe sonucunda elde ettiği döküme bakarak; “Neden yaptım? Neden yapmadım?” sorularını sorup, kendini günaha sürükleyen nedenleri tespit etmesidir. Bu nedenleri tespit ettiği zaman, işin temeline inmiş olacak ve bu sebeplerin kaynağını kavrayarak, bu noktada alacağı tedbirler ile bir daha aynı yanlışın ortaya çıkmasına engel olacaktır. Bir tür koruyucu önlemler alarak zafiyetlerinin kendini uçuruma sürüklemesini önleyecektir. Muhatebe ile böyle bir hususiyet elde eden şahsı, üçüncü ve son basamakta muagabe beklemektedir.
Muagabe ise; hesap sonrası kişinin kendi kendine ceza vermesi demektir. Yapılan yanlışları tekrarlamamak ve disiplinli bir hayatın sahibi olmak için muagabe yapmak, sahibine bir otokontrol mekanizması kazandırarak, yanlışlarının bedelini ahiret hayatına bırakmadan, yaşarken kendi elleri ile ıskatını ödemesini sağlayacaktır. Zihin dünyasında her günaha bir bedel takdir eden ve günaha düştüğü zamanda onu ödemekten geri durmayan biri, herhalde “hesaba çekilmeden, kendini hesaba çekme” ilkesini en güzel bir şekilde yerine getirmiş olacaktır.
Bu konuda Müslümanlığımızın aynaları olan sahabe neslinin hayatına baktığımızda onlarca önemli hatıranın varlığına şahit oluruz. Özellikle muhasebe, muhatebe ve muagabenin bir örnekte, nasıl kullanıldığını görmemiz açısından Ebû Lübâbe’nin tarihe geçen o müthiş tevbesini hatırlamak zorundayız.
Ebû Lübâbe; Peygamber sevdalısı Musab’ın vesilesi ile imana ulaşıp, Akabe’ye gelip Allah Resulü’ne biat eden, yıllar yılı da o biatının arkasında duran, Bedir gazvesine Efendimiz (s.a.v.) ve Hz. Ali ile aynı binek ile yola çıkan, yolun bir yerinde Allah Resulü tarafından Medine’ye vekil olarak geri gönderilen, Uhud’da sabit kadem durmayı başarabilen, Hendek’te elinde kazma çukurlar kazan ve yüreklerin ağızlara geldiği o günlerde, yine kendinden beklenen kameti ortaya koyan yiğit bir sahabîdir. Hendek Gazvesi sırasında yapılan antlaşma gereği Müslümanlara yardım etmesi gereken Ben-i Kurayza Yahudileri, fırsat bu fırsat deyip Müslümanları arkadan vurmaya çalışmış ve büyük bir ihanetin içerisine girmişlerdi. Savaş bitip, Allah Resulü (s.a.v.) Medine’ye geri dönünce, Cebrail’in emri ile onların üzerine bir sefer düzenlemiş ve mahalleleri kuşatılmıştı. Bu kuşatma biraz uzayınca Yahudiler önceden kendilerinin müttefiki ve halen komşuları olan Ebû Lübâbe’yi elçi olarak çağırmışlardı. Allah Resulü (s.a.v.) onların bu talepleri gereği Ebû Lübâbe’yi onlara göndermiş, ama herhangi bir şey söylememişti. Ebû Lübâbe Ben-i Kurayza mahallesine gidince onları büyük bir korku ile akıbetleri hakkında ciddi endişeler içerisinde olduklarını görmüştü. Yahudiler Ebû Lübâbe’den Efendimiz’in kendileri hakkında ne düşündüğünü, nasıl bir hüküm vereceğini sormuşlardı. Ebû Lübâbe bu konuda Allah Resulü’nden herhangi bir bilgi almamasına rağmen, bir anda elini boğazına götürerek öldürüleceklerini ima eden bir hareket yapmıştı. Böyle bir hareket bir hata idi; çünkü Efendimiz (s.a.v.) daha herhangi açık bir hüküm beyan etmemişti. Ebû Lübâbe’nin bu hareketi bir anda Yahudilerin feryat ve figanına sebep olmuştu. İşte o anda Ebû Lübâbe büyük bir sarsıntı geçirmiş, yaptığı hatayı fark etmiş ve kendini hesaba çekmeye başlamıştı. Büyük bir pişmanlık ile muhasebesini yapan Ebû Lübâbe yaptığının yanlış bir davranış olduğunu itiraf etmişti. Bu itiraftan sonra nefsini muhatebeye çekmeye başlamıştı. Yani neden bu yanlışı yaptığını benliğine sorarak, yanlışının sebebini bulmaya çalışmıştı. Öz benliğini sanık sandalyesine oturtmuş ve ona sorular sormaya başlamıştı. En sonunda amacının kesinlikle Efendimiz’e karşı bir sadakatsizlik olmadığını, sadece Yahudilere yaptıkları ihanetin boyutunun ne kadar büyük olduğunu göstermek için Efendimiz’den herhangi bir yetki almadan o hareketi yaptığını söylemişti. İşin içinde art bir niyet olmasa bile Ebû Lübâbe büyük bir hata işlediğine kanaat getirmişti. Şimdi ise işin son basamağında muagabe yaparak kendi kendine ceza verecekti. Ebû Lübâbe yaptığı amelin çok büyük bir hata olduğunu varsayarak, Allah ve Resulü’nden açık bir af gelene kadar kendini mescidin sütunlarından birine bağlamaya karar alacaktı. Aldığı karar gereği bir hafta sürecek o zorlu süreci başlatacak ve sonunda da gelecek müjde ile sevinerek, öte tarafa bırakmadan muhasebesini doğru bir şekilde yaparak tarihe tevbesi ile meşhur olan bir sahabî olarak geçecekti.
Belki bizim bağlanacak sütunlarımız ve açıkça af edildiğimizi beyan edip bizi sevindirecek bir bahtiyarlığımız yok; ama sorgulayacak ve muhasebesini yapacağımız çok önemli alanlarımız var.
Muhammed Emin YILDIRIM