Sahâbe Hz. Peygamber’in (sas) terbiyesinde yetişmiş, örnek ve öncü bir nesildir. Önlerindeki muallimleri olan Efendimiz (sas) gelen ayetler çerçevesinde onları Kur’anî bir terbiyeye tabi tutmuş, Mekke’de Darü’l-Erkam özelindeki medresede, Medine’de Suffa Mektebi ekseninde cihana rehber olacak düzeyde yetiştirmiştir.
Onlar, vahyin canlı tanıkları oldukları için o şahitlikleri, kıyamete kadar gelecek tüm iman ehline de şahit olma özelliği kazandırtmıştır. Yani Sahâbe, vahye şahit olduğu için, insanlığa şahit olmuş, son vahyin ilk muhatapları oldukları için, kendilerinden sonra gelen tüm nesillere de şahitlik etmişlerdir.
Bu tüm alanlar için geçerli olduğu gibi konumuz olan fetih meselesi içinde geçerlidir. Allah Resulü (sas) Kur’an ve Kur’an’ın pratik/fiili karşılığı olan Sünnet ile Sahâbe neslini her konuda yetiştirdiği gibi fetih konusunda da, fetih sürecini getiren tebliğ, irşad, cihad, kıtal konularında da yetiştirmiştir. Dolayısı ile “Sahâbe’nin Fetih Anlayışı ve Bu Anlayışın Temelleri” dediğimiz zaman karşımıza çıkan Kur’an ve Sünnet olacaktır.
Şehirler Üzerinden Sahâbe’nin Fetih Anlayışını Anlamak
Fetih meselesine Kur’an ayetleri çerçevesinden bakarsak onlarca ayet, Hz. Peygamber’in (sas) kutlu sireti üzerinden bakarsak onlarca tablo bu konuda bize çok önemli mesajlar verecektir. Biz bu tebliğimizde Sahâbe’nin hayatında oldukça önemli yeri olan bazı mekânların/şehirlerin üzerinden onların fetih anlayışını kavramaya çalışacağız.
Allah Resulü (sas) mübarek ve mutahhar hayatı olan Siyer’e fetih meselenin temellerini anlamak için baktığımızda karşımıza 5 önemli şehir çıkar. Bunlar:
– Mekke
– Medine
– Taif
– Kudüs
– İstanbul
Elbette bu şehirler dışında da birçok şehir örnek olarak verilebilir, ancak özellikle biz bu beş önemli şehri fetihleri açısından kısaca değerlendirmek istiyoruz.
1- Mekke
Mekke, Hz. Peygamber’in (sas) doğup büyüdüğü 40 yıl nübüvvet öncesi hayat yaşadığı, yüzlerce hatırasının olduğu, 13 yıl da peygamber olarak bir hayat yaşadığı yeryüzünün en kutsal beldesi ve şehirlerin anası olan bir şehirdir.
40 yaşına kadar Hz. Peygamber’in (sas) Mekke ile Mekke ahalisinin O’nunla hiçbir sıkıntısı olmamıştı. Ama ne zaman ki nübüvvetin mesajları duyurulmaya başladığında, hakkın sesi gür bir seda ile çağlamaya başladığında İslam sokağa, caddeye, Kâbe’ye, ticarete, siyasete müdahil olmaya başladığında, işte o zaman birileri bu sesi kısmaya çalışmış; işkenceler, baskılar, tehditler ve neticesinde hicretler başlamıştı.
13 yıl boyunca Efendimiz (sas) hep cihad ediyor, sahabeye cihadı telkin ediyor ve talim ediyor; ama asla kıtale/savaşa izin vermiyor. Demek ki, Mekke’de ilk günlerden itibaren cihad kavramı var, Medine’de ise hem cihad hem kıtal var. 13 yıllık Mekke dönemi boyunca, bir iki münferit hadise dışında Müslümanları, müşriklerin karşısında, onlara karşı fiili olarak bir şeyler yaptıklarını görmüyoruz. O günler azık hep sabırdır, ama yüreklerde çok büyük bir umut vardır.
Bir örnek olması açısından Hz. Peygamber’in (sas) ilk günlerde Sahâbe’den Habbab b. Eret’e (ra) söylediği sözler verilebilir. Başta Buhâri olmak üzere birçok kaynakta bizzat Habbab b. Eret’in kendi lisanından dinliyoruz. Diyor ki: “Nübüvvetin o ilk günlerinde Mekkelilerin bize yaptıkları işkenceler dayanılmaz bir boyuta geldiğinde, mahzun mahzun Kâbe’ye doğru gitmiştim. Kâbe’nin yanına geldiğimde Efendimiz’in (sas) hırkasını başının altına yastık yapmış bir halde dinleniyordu. Yanına vardım, selam verdim ve dedim ki: “Ya Resûlullah! Bizim için Allah’a dua etsen de, Allah bizlere bir çıkış yolu gösterse, bize yardım için bir kapı açsa olmaz mı?” Benim bu sözümün üzerine Efendimiz’in (sas) rengi değişti, biraz da sinirlendi ve o halde dedi ki: “Size ne oluyor ki bana böyle bir taleple geliyorsunuz? Sizden önce yaşayan müminlerin başlarına öyle musibetler gelirdi ki yine de onlar sabrederlerdi. Onlardan biri tutuklanır, kazılan bir çukura diri diri gömülürdü. Başka biri testere ile başından ikiye ayrılırdı. Tırnakları etlerinden demirlerle çekilirlerdi. Bu kadar ağır işkenceler görmelerine rağmen yine de onlar dinlerinden dönmezlerdi. Allah’ın adına yemin ederim ki, Allah nurunu tamamlayacaktır. Öyle günlere şahit olacaksınız ki, bir kadın tek başına hiçbir şeyden çekinmeden San’a’dan Hadramut’a, -Yemen’den Irak’a- yolculuk edecektir. Ama siz sabırsızlanıyorsunuz?” [1]
Aslında bu sözler, bir yönü ile o günün Müslümanlarına hem sabır takviyesi, hemde önlerine konulmuş birer hedefti. Zaten bu hedefi çok doğru anladığı için Habbab b. Eret yıllar sonra aynen Ebû Eyyüb el-Ensârî gibi o günler için ezandan mahrum bir coğrafya olan Irak’ta ruhunu Rahman’a teslim edecekti.
13 yılın sonunda Efendimiz (sas) sadık dostu Hz. Ebû Bekir ile o günkü adıyla Yesrib’e hicret etmek için yola çıktığında yaşlı gözlerle Mekke’ye bakmış: “Ey Mekke! Ne güzel bir şehirsin ve sen bana ne kadar sevimlisin. Şayet kavmim beni senden zorla çıkarmış olmasaydı, senden başka hiçbir yerde yaşamazdım. Ama bir gün mutlaka sana döneceğim!”[2] demişti.
Ne Peygamberimiz, nede Sahâbe bu umutlarını hiçbir zaman yitirmemişlerdi. Yesrib’e gelip, bir medeniyetin temellerini attıklarında, artık İslam belli bir güce erişmiş, kıtal yani savaş için izin verilmiş, [3] İslam ile insan arasındaki engelleri kaldırmak için seferler düzenlenmeye başlanmıştı. Allah Resülü (sas) hayatında varolan 28 gazve, kendisinin gitmediği ama askeri seferler için küçük, büyük birlikler veya ordular gönderdiği 55 seriyye, [4] hep Sahâbe’ye nasıl bir cihad, tebliğ, irşad ve tabi ki fetih anlayışı kuşanmaları konusunda onları eğitmişti. Cihad ve fethin asla yıkmak, yakmak, yok etmek, tarihe saygı göstermemek, insanları din değiştirmeye zorlamak, sadece toprak elde etmek, ganimetleri çoğaltmak, cariyeler kazanmak, vs. bunlar olmadığını, İslam’ın dirilten mesajlarının muhataplara ulaştırılması noktasında bir çaba olduğunu göstermişlerdi.
Üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmesi gereken bir konuda şudur: Peygamberimiz (sas) 28 Gazve’de elinde kılıç, savaş meydanında olmasına rağmen, kılıcının üzerinde beşerin kanı yoktur. Ve yine Efendimiz’in (sas) tüm gazveleri içerisinde (Beni Kurayza hariç) ölen insan sayısı sadece 354 ‘dür. 354 kişinin 138’i Müslümanlar’dan şehit olanlar, 216’sı ise düşmanlardan öldürülenlerdir.[5]
Bu konuda çok şey söylenebilir, ancak İslam’ın savaş meselesinde nasıl bir bilinç kazandırttığını bir rivayet üzerinden aktarmak istiyoruz.
Süleyman b. Büreyde’nin babasından naklettiği şu rivayet bize geniş bilgi vermektedir: “Resûlullah ordunun veya seriyyenin başına birini komutan seçtiğinde ona Allah’tan korkmasını ve beraberindeki Müslümanlara iyi davranmasını vasiyet ederek şöyle derdi: “Allah yolunda, Allah’ın adıyla savaş. Allah’a küfredenlerle harp eyle! Savaşta ganimete hıyanet etmeyiniz, ahdi bozmayınız, düşmanlarınızın ağız ve burunları kesmeyiniz, çocukları öldürmeyiniz. Müşriklerle karşılaştığın zaman onları üç şeye davet et, bunlardan hangisini kabul ederlerse onu kabul et ve onlardan elini çek! Onları İslam’a davet et. Müslüman olmayı kabul ederlerse, sen de kabul et ve savaşı bırak. Sonra onlara kendi yerlerini bırakıp muhacirlerin yanına intikal etmelerini emret ve muhacirler için geçerli olan yükümlülüklerin onlar için de geçerli olacağını haber ver. Şayet kabul etmezlerse, Müslüman Arap köylüler gibi olacaklarını, Müslümanlar için geçerli olan Allah’ın hükümlerinin onlar için de geçerli olacağını, Müslümanlarla beraber savaşmadıkça ganimetten faydalanamayacaklarını haber ver. Bunu da kabul etmezlerse cizye vermelerini iste. Eğer kabul ederlerse savaşma; şayet kabul etmezlerse, Allah’a sığın ve onlarla savaş.”[6]
Bu prensiplerin ışığında yetişen ilk halife Hz. Ebû Bekir de ordu komutanına şunları tavsiye etmiştir: “Kadınları çocukları ve yaşlıları asla öldürmeyiniz, meyve veren ağaçları kesmeyiniz, mamureleri harap etmeyiniz, koyun ve deve sürülerini yeme maksadı dışında kesmeyiniz, hurma ağaçlarını yakmayınız. Ganimete hıyanette bulunmayınız ve korkak olmayınız.” [7]
Mekke’nin fetih sürecini sağlayan birçok hadise var ama özellikle Hicretin 6. yılı olan Hudeybiye ve bir yıl sonra olan Hayber, bu süreci hızlandırmıştır. Hudeybiye gerçekten İslam’daki fetih ufkunu anlamak için çok özel ve derinlemesine tahlil edilmesi gereken bir alandır. Herkesin mağlubiyet olarak gördüğü, yapılan antlaşmada tüm maddeler Müslümanların aleyhine olduğu bir zeminde Kur’an’ın olanlara fetih demesi, hem de Feth-i Mübin demesi, yani apaçık bir fetih olarak görmesi,[8] İslam’ın fetih anlayışının ne demek olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir.
Hicretin 8.yılında gerçekleşen Mekke fethi insanlık tarihinin en kansız, en sorunsuz, en güzel fethidir. O fethi bir cümlede özetlersek şunu deriz: “İman olmadan sabır, sabır olmadan cihad, cihad olmadan tebliğ, tebliğ olmadan fetih olmaz.”
2- Medine
Hicret yurdu olan Medine nasıl fethedildi? Bunu Efendimiz (sas) çok veciz bir şekilde ortaya koyuyor: “Ülkeler ve şehirler zorla (kılıçla) fethedilir, Medine ise Kuran’la fethedilmiştir.” [9] Medine’deki fetih gerçekten insanı hayran bırakan bir fetihtir. Akabe biatları ile başlayan süreç, Es’ad b. Zürâre ve 5 arkadaşının başlattıkları davet, arkasından bir muallim ve davetçi olarak Mus’ab b. Ümeyr’in oraya gidişi ve kılıçların değil, sözlerin meydanlarda dillendirilmesi ve neticede 75 insanın son Akabe biatları için Mekke’ye gelip, Hz. Peygamber’e biat etmeleri, Yesrib’in Kur’an’la fethedildiğinin en önemli göstergesidir.
Mus’ab b. Ümeyr’in bir yıllık davet çalışmalarının ardından Hz. Peygamber’in (sas) huzuruna gelip, yapılanları anlatırken şöyle demişti: “Ya Resûlullah! Yesrib’de imanın girmediği ev kalmadı!” Bu güzel müjdeye karşı Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştu: “Ne güzel! Desene Allah (cc) senin vesilen ile Yesrib’e imanı ulaştırdı, senin elinle Yesrib’e hayrı ulaştırdı.” O günden sonra artık Mus’ab b. Ümeyr, ‘Mus’abü’l-Hayr’ diye anılacaktı. [10]
Medine’nin bu güzel fethinden alınacak mesaj şu olmalıdır: “Temsil olmadan tebliğ, tebliğ olmadan tesir, tesir olmadan icabet, icabet olmadan fetih olmaz.”
Burada ifade edilen: “İcabet olmadan fetih olmaz” sözü; aslında gönül fethinin bir ifadesidir. Yürekler fethedilmeden topraklar fethedilse ne olur ki? Sahâbe bu hakikati öyle doğru anlamışlardı ki Hz. Peygamber’in (sas) vefatının ardından hep yürek fethi ile uğraşmışlardı. Onlar dünyanın dört bir tarafına dağılarak yürekler fethetmiş, tohumları onlar ekmiş; belki çok fazla toprak elde edememiş, ama asıl fatihler olarak bu dünyadan çekip gitmişlerdi. Şimdi kim itiraz edebilir; Ebû Eyyüb el-Ensârî’nin İstanbul’un fatihi olmasına, İyad b. Ğanem’in Urfa’nın, Mardin’in fatihi olmasına, Safvan b. Muattal’ın Adıyaman’ın fatihi olmasına, Habib b. Mesleme’nin Erzurum’un fatihi olmasına…
3- Taif
Malum olduğu üzere Taif, Efendimiz’in (sas) dünyasında biraz buruk hatıraları olan bir şehirdir. Biz Taif deyince aklımıza hep Efendimiz’in (sas) Nübüvvetin 10. yılı oraya davet için gittiğinde karşılaştığı o zor durumlar ve arkasından neyi ne adına yaptığını bilmeyen bazı bahtsızların taşlaması gelir. Bu büyük hatayı işleyen o şehir, 11 yıl sonra Hz. Peygamber (sas) tarafından fethedilir. 11 yıl sonra taşlandığı şehrin, muzaffer komutanı Efendimiz’dir. 11 yıl önce kendisini taşlayanların çoğu hayattadır. Kovalandığı, hakarete uğradığı Abdiyalel’in oğulları halen hayattadır. Ama Hz. Peygamber’in (sas) mübarek lisanında geçmişin değil, geleceğin mesajları vardır. Şunu, bunu yapmıştınız değil; bundan sonra böyle yapınız diyen bir mesaj vardır.
Bundan dolayı Taif’in mesajı şöyle olmalıdır: “Taşlanma olmadan dava, dava olmadan sefer, sefer olmadan zafer, zafer olmadan fetih olmaz.”
Hak davanın muarızı/düşmanı çok olur. Taşlanmayı göze almayan dava adamı olabilir mi?
4- Kudüs
Siyer coğrafyasının önemli bir parçası da hiç kuşkusuz miracın zemini/yatağı ve Müslümanların ilk kıblesi olan, onlarca peygamberin ayak izinin bulunduğu, bineklerin hareket ettirileceği üç mescitten biri olan[11] Kudüs’tür. Kudüs’ün fethi Hicretin 17. yılında, Hz. Ömer devrinde Ebû Ubeyde b. Cerrah komutasında ki orduya nasip olmuştu. O fetih, başlı başına bir mühim sayfadır. Anlatılacak ve üzerinde durulacak onlarca önemli tablo vardır. Hz. Ömer’in düşmanlarını bile etkileyen adaleti, Ebû Ubeyde b. Cerrah’ın akıllara durgunluk veren teslimiyeti, Ubade b. Samit’in cihad meselesindeki derin aşkı, Şeddad b. Evs’in insanı hayran bırakan mücadelesi ve daha niceleri…
Peygamberler ve medeniyetler şehir olan Kudüs’ün fethi üzerinden alınması gereken mesaj şu olmalıdır: “Teslimiyet olmadan adalet, adalet olmadan samimiyet, samimiyet olmadan aşk, aşk olmadan fetih olmaz.”
Neden 1948’den beridir Kudüs’ün yüzü gülmez bu mesaj üzerinden anlaşılmalıdır? Bugün Müslümanlar olarak bizde ne istenilen düzeyde teslimiyet, ne adalet, ne samimiyet, ne de aşk var? Hamaset, slogan çok da, diğerleri yok, işte olmayınca da olmuyor.
5- İstanbul
Tarihteki ismi ile Kostantiniye… Hz. Peygamber’in rüyası, duası, müjdesi olmuş güzel şehir… Sevgili Peygamberimiz – sav- ; Kostantiniye (İstanbul) mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan; o ordu ne güzel ordudur.” ( Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 335; Buhârî, et-Tarihu’l-Kebîr, I, 81; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, II, 24; Hâkim, el-Müstedrek, IV, 422; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, VI, 219) buyurmaktadır.
Böyle olduğu için Sahâbe döneminden itibaren binlerce Müslümanın hedefi ve emeli olmuş burası… Ama en sonunda buranın fethi 21 yaşındaki bir delikanlı olan Fatih Sultan Mehmed’e nasip olmuş…
Fethetmeye gelen orduların içerisinde 92 yaşlarında Ebû Eyyüb el-Ensârî, fethe müyesser olan 21 yaşındaki Fatih Sultan Mehmed…
İstanbul’un fethinin bize verdiği mesaj ile şu olmalıdır: “Rüya olmadan dua, dua olmadan hedef, hedef olmadan sevda, sevda olmadan fetih olmaz.”
Sonuç
Hz. Peygamber’in (sas) mübarek ellerinde yetişen kutlu bir nesil olarak Sahâbe, her meselede olduğu gibi fetih meselesinde de bizlere çok önemli mesajlar vermekte, bugünün dünyasına yönelik çok güzel dersler sunmaktadırlar. Bu çağın insanları olarak bizlerin, onların kutlu öğretilerini iyice anlamamız ve onlar nasıl kendi çağlarının şahidi olarak aziz İslam’ı temsil ettilerse, bizler de bu çağın şahitleri olarak aynı temsiliyeti yerine getirmeye gayret etmeliyiz.
[1] Buhâri, Kitâbü’l-Menâkıb, 61
[2] Tirmizî, Menâkıb, 46
[3] “Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.” Hac Sûresi, 22/39, 40
[4] Daha fazla bilgi için: el-Mâğlus, Siyer Atlası, s. 199-389
[5] Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 13
[6] Müslim, Cihad, 3; Ebû Davud, Cihad, 82; İbn Mace, Cihad, 38
[7] İmam Mâlik, Muvatta, Cihad, 10
[8] “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder.” Fetih Sûresi, 48/1-3
“Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi.” Fetih Sûresi, 48/27
[9] Belâzürî, Fütûhu’l-Buldân, s. 6
[10] İbn Sa’d, Tabakât, c. 3, s. 127, 128
[11] “(İbâdet için) şu üç mescidden başkasına yolculuk edilmez: el-Mescidu’l-Haram, Mescidu’r-Rasûl ve Mescidu’l-Aksâ.” Buharî, Enbiyâ, 8; Müslim, Mesâcid, 2