Örnek nesil olan sahâbe-i kirâm; sözleri, hâl, hareket ve yaşantılarıyla Kur’ân-ı Kerîm’in insanlığa hayat veren ilahi bir kitap, huzur ve saadet sunan bir hidayet rehberi olduğunun en canlı şahitleridir.
İşte onlardan birisi de Ebû Zer el-Gıfârî (ra)…
Eli kılıç tuttuğu günden itibaren yol kesip kervanları soyan, insanların malını yağmalayıp karşı koyanları acımasızca öldüren Ebû Zer! İnsanların adını duyduğunda irkildiği, karşılaştığında yolunu değiştirdiği Ebû Zer!
Rahmet Peygamberi (sas) ilk karşılaştıklarında ona “Kimsin? Kimlerdensin?” diye sormuş,
– İsmim Ebû Zer. Gıfâroğulları kabilesindenim, deyince gayr-i ihtiyari ellerini yüzüne kapamıştı. Bunun üzerine Ebû Zer:
– Galiba insanlar arasında belalı olarak tanınan Gıfâroğulları’na mensup olduğum için rahatsız oldunuz, demişti. Kendisinden zarar gelmeyeceğini göstermek için de Rahmet Peygamberi’nin elini tutmak istemiş, lakin Hz. Ebû Bekir ani bir hareketle onun elini tutarak buna engel olmuştu. [1]
Birkaç gün sonra Hz. Ali kendisini Rahmet Peygamberi ile buluşturduğunda Ebû Zer’i karşısında görünce “Allah dilediği kişiye hidayet verir!” buyurarak şaşkınlığını bir kez daha dışa vurdu. Büyük bir heyecanla Hz. Peygamber’e dönen Ebû Zer:
– Size ilham edilen şiirlerden bana okur musunuz, deyince:
– Ben şair değilim. Şiir söylemem. Allah’ın bana vahyettiği Kur’ân’ı okurum, buyurdu.
Okunan Kur’ân âyetlerine hayran kalan Ebû Zer, insanları neye davet ettiğini öğrenmek istedi.
Hz. Peygamber (sas), “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah’ın Resûlü olduğuma iman etmeye, putlara tapmayı terk etmeye…” buyurdu.[2]
Daha o anda Kur’ân ile hayat bulan sahâbî, gözünü cennete dikmişti. İlk sorusu:
– Ne yaparsam cennete giderim? Yaptığımda beni cennete götürecek bir amel söyler misiniz, oldu.
Hz. Peygamber (sas), “Allah’a iman edersen cennete girersin!” buyurdu.
Ebû Zer bunun farkındaydı. Maksadı yapması gereken diğer ibadetlerin ne olduğunu öğrenmekti. Ona hayat verecek amelleri öğrenmeye çalışıyor, bunun sancısını çekiyordu. Bunun için:
– İmanla birlikte yapmam gereken bir amel var mı? diye sordu.
Sahâbîler aynı zamanda Rahmet Peygamberi’nin tebliğ, davet, muallimlik, terbiye, tezkiye, üsve-i hasene olma görevlerinin de canlı şahitleriydi. Kur’ân’ın hayat veren hidayet rehberi olduğuna şahitlik eden Ebû Zer, şimdi Rahmet Peygamberi’nin terbiye ve tezkiye görevini en mükemmel şekilde yerine getirişine şahitlik ediyordu.
Sahâbînin canını yakan, yaşananları sorgulamaya yönelten, putlardan da putlara tapan zalimlerden de uzaklaştırıp arayışa yönlendiren şey; varlıklı ve güçlü insanların zayıf ve fakirleri görmezden gelmeleri, yalnızca kendilerini düşünüp çevrelerinde olup bitenlere karşı duyarsız kalmalarıydı.
Eşsiz basiret sahibi olan Hz. Peygamber, bunun için ona namaz kıl, oruç tut, Rabbini zikret… demedi. Öncelikle canını yakan yarasına merhem olmak adına:
“İman eden kişi Allah’ın verdiği rızıktan az da olsa bir kısmını ihtiyaç sahiplerine vermelidir.” buyurdu.
Yardımlaşmayı teşvik eden bu söz Ebû Zer’in beklemediği bir cevaptı. Onun zihnindeki tanrıya yalnızca dua ve ibadet edilirdi. Bildiği tanrı insanlar arasındaki işlere karışmazdı. Aldığı cevaptan ziyadesiyle memnun kaldı. Zira kendisi gibi çevresindeki insanların da en büyük sıkıntısı buydu. Varlıklı insanlar kazançlarının bir kısmını infak etse hiçbirinin sıkıntısı kalmayacak, fakru zaruret içinde inlemeyecek, kötülüklerin çoğu kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Ancak onun başkalarına verecek hiçbir şeyi yoktu. Yüzü asıldı, başı öne eğildi.
– Verecek hiçbir şeyi olmayan kişi ne yapmalıdır, diye sordu.
Hz. Peygamber (sas), “İnsanlara, onları iyi güzele yönlendirecek şeyler söylemelidir.” buyurdu.
Bu onu en az birinci cevap kadar etkileyip şaşırttı. Neden şaşırtmasın ki insanları felaketten felakete sürükleyen cehalet değil miydi? Bundan kurtulmanın yolu ise bilenlerin bildiklerini halkla paylaşıp onlara yol göstermesiydi.
Hz. Peygamber (sas) her cümlesiyle toplumsal bir soruna işaret ediyor, onun çözümünü bildiriyordu. Lakin Ebû Zer duyduğu cevaba yine üzüldü. Bu kez:
– Dili tutuk, konuşması akıcı olmayan biri ne yapacak? diye sordu.
Hz. Peygamber (sas), “O zaman mazluma yardım eder.” buyurdu.
Ebû Zer’in duydukları, tam anlamıyla içinde bulunduğu toplumsal sorunlara ayna tutuyor, dünyayı cennete çevirecek şeyler sunuyordu. Belli ki karşısındaki zatın her sözü hikmetliydi. Hikmet pırıltılarını duymak istercesine sormaya devam etti Ebû Zer.
– Bunu yapamayacak kadar güçsüz ve zayıf olan kişi ne yapmalıdır?
Hz. Peygamber (sas), “O zaman zulme engel olmaya çalışmalıdır.” buyurdu.
Zulüm insanlığın yaratılışına kadar uzanan büyük bir sorun, çözümü ise insanların zulme karşı duyarlı olup zalimlerin karşısına dikilmeleriydi. Lakin bunun çoğu zaman mümkün olmadığı tecrübeyle sabitti. Bu kez:
– Zulme engel olamayan kişi ne yapmalıdır? diye sordu. Ebû Zer’e dönüp anlamlı bir şekilde bakan Hz. Peygamber (sas):
– Ne yapmaya çalışıyorsun ey Ebû Zer! Kardeşlerine yapacak hiçbir iyilik bırakmayacak mısın? O zaman insanları rahatsız edecek şeylerden uzak durur, buyurdu.
Aldığı cevaba sevinen Ebû Zer:
– Yâ Resûlallah! Bunu yapmak hepsinden kolay, dedi.
Başkasına zarar vermek de bir zulümdü. Çözümü ise ondan geri durmaktı. Kısa bir konuşmada beş önemli problemi ve beş çözüm yolunu bildiren Hz. Peygamber (sas), “Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bir kulun Allah’ın rızasını kazanmak için yaptığı her iyilik kıyamet günü karşısına çıkar. Onun elinden tutup cennete gidinceye kadar kendisini bırakmaz.” buyurdu. [3]
Allah ve Resûl’ünün sözlerini büyük bir huşu ve teslimiyet içinde dinleyen, söylenenleri kavrayıp içselleştiren ve yaşantılarıyla ete kemiğe büründüren sahâbîler, on binlerce şahitlik örneği ile isimlerini tarihe altın harflerle yazdırmışlardır. Allah Resûlü’nün (sas) sözünün hayata nasıl yansıttıklarının binlerce örneğinden birini Abdullah b. Utbe ve Câbir b. Abdullah şöyle anlatır:
“Ebü’l-Yeser’in Semûre b. Rebîa el-Udvânî’den alacağı vardı. Fakru zaruret içinde kıvranan Semûre b. Rebîa borcunu bir türlü ödeyemiyordu. Ebü’l-Yeser alacağını istemek için evine kadar geldiğinde utancından ne yapacağını şaşırdı. Telaşlandı, kızına:
– Gelene ‘Babam burada yok! de.’ diye tembih etti. Babasının dediğini yapan küçük kızın cevabı üzerine Ebü’l-Yeser sessizce geri döndü. Yorulmuştu. Birkaç adım sonra bir kenara oturup dinlendi. Onun gittiğini sanan Semûre rahatladı. Kapıya doğru yürüyüp kızına durumu sordu. Onların konuşmasını duyan Ebü’l-Yeser ise geri döndü, sahâbîye sesini duyduğunu, dışarı çıkmasını söyledi.
Semûre mahcup bir şekilde dışarı çıktı. Utancından başını kaldırıp arkadaşına bakamıyordu. Ebü’l-Yeser niçin böyle bir şey yaptığını sorduğunda:
– Borcumu ödeyemeyecek durumda olduğumu söylemekten çekindim, dedi.
Ebü’l-Yeser:
– Allah için söyle, gerçekten zor durumda mısın, deyince de:
– Allah için gerçekten zor durumdayım, diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Ebü’l-Yeser:
– Allah Resûlü (sas) bir sohbetinde ‘Kim zor durumda olan borçluya zaman tanır ya da alacağından vazgeçerse, kıyamet günü Allah’ın korumasında olur.’ buyurdu. Öğleyse haydi evine git, alacağımdan vazgeçtim, dedi.4
Rahmet Peygamberi’nin (sas) insanlığa can suyu olan sözlerini gelecek nesillere aktararak eşsiz bir hizmet sunmakla kalmayan sahâbîler, şahitlikleriyle hâl ve hareketlerini, ihlas ve samimiyetini en güzel şekilde yansıtarak berrak bir ayna gibi canlı bir şekilde sonraki nesillerle buluşturmuşlardır.
Şahitlik ettiği özel anlardan birini anlatması istenince duygulanan Hz. Âişe, gözyaşlarına boğuldu. Bir süre ağladıktan sonra şahit olduğu bir anı şöyle anlattı:
“Onun her hareketi ve her anı özeldi. Bir gece yatma vakti gelince hafifçe yorganı kaldırıp yatağa girdi. Bana sarıldıktan bir süre sonra:
– Ey Âişe! Rabb’ime ibadet etmem için izin verir misin, diye rica etti.
– Sizin istediğiniz bir şeyi yaparak Rabb’inize yakınlaşmanız benim en çok isteyeceğim şeydir, deyince yavaşça yataktan çıktı, bir köşede duran kırbayı alıp abdest aldı. Ardından namaza durup Kur’ân okumaya başladı. Okurken gözlerinden yaşlar süzülüyor, sakalını ıslattıyordu. Uzunca bir süre gözyaşları içinde Kur’ân okudu. Sonra yatağa geldi. Sağ elini başını altına koyup yattı. Bu şekilde gözyaşları toprağı ıslatıncaya kadar ağladı. Bilâl-i Habeşî sabah namazına çağırdığında hâlâ ağlıyordu. Onu bu şekilde gören Bilâl-i Habeşî:
– Yâ Resûlallah! Geçmiş ve gelecek günahlarınız affedilmişken ne diye bu kadar çok ağlıyorsunuz, diye sorunca:
– Şükreden kul olmayayım mı? Bu gece bana ‘Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!’ [5] âyetleri nazil oldu. Bu âyetleri okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun, buyurdu.” [6]
Sahâbîler yalnızca Kur’ân ve sünnete değil İslâm medeniyetinin doğuşundan davet mücadelesine, örnek neslin eğitiminden inşasına, siyer ilminden tarihe kadar pek çok konuda şahitlik etmişlerdir.
Notlar
[1] Buharî, Menâkîb, 6; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 132; İbn Sa’d, Tabakât, 4/220.
[2] Buharî, Menâkîb, 6; İbn Sa’d, Tabakât, 4/220; Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve, 2/209.
[3] Hâkim, Müstedrek, 212.
[4] İbn Mâce, Sadâkat, 14; Dârimi, Buyu’, 50; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, 4469.
[5] Âl-i İmrân, 3/190, 191.
[6] İbn Hibbân, Sahîh, 523; Ebû Şeyh, Ahlâku’n-Nebi, 537.
Abdullah Kara
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ekim-Kasım-Aralık 2024/32. Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 544 76 96
www.siyerdergisi.com