Şahitlik ve ihsân, iki merkezî kavram. Bilmeyi, uyanıklığı, farkındalığı ve zindeliği ifade eden iki mühim kelime.
Sözlükte “hazır bulunmak, haber vermek, bilmek, gözlemek, görmek” anlamlarındaki şehâdet kökünden türeyen şahid, bir olaya veya duruma tanık olan veya tanıklık eden kişi demektir. Şahitlik genel olarak “bir kimsenin hazır bulunup görmek veya duymak sûretiyle bildiği bir şeyi haber vererek bir hakkı isbât etmesi”dir.
Şâhitliğin biri tahammül, diğeri edâ olmak üzere iki aşaması vardır. Tahammül “şahitlik edeceği olayı/şeyi kişinin ihtiyârî bir sebeple bilmesi” anlamına gelir. Edâ ise şahidin şahit olduğu olayı/şeyi hâkime bildirmesi, yüklenmiş olduğu şahitliği hâkimin huzurunda dile getirmesidir. Türkçede tahammül aşaması “şahit olmak”, edâ kısmı ise “şahitlik etmek” diye ifade edilir.
Şahitlik sayesinde hakların inkâr edilmesinin önüne geçilip bunların sahiplerine aidiyeti korunmuş olur.
Şahitliğin bilmek ve haberdar olmakla çok kuvvetli bir alâkası vardır. Bu sebeple kesin olarak bilinmeyen konularda şahitlik edilemez. İbn Abbâs (ra) şöyle anlatır: Resûlullah Efendimiz’in (sas) yanında bir kişinin şahitlik yaptığından bahsedildi. Bunun üzerine Efendimiz bana, “Ey İbn Abbâs, şu Güneş’in ışığı gibi sana aydınlık olan şeyden başka bir şeye şahitlik etme!” buyurdu ve eliyle Güneş’e işaret etti.1
Kur’ân-ı Kerîm borç alıp verme, alışveriş, rüşdünü ispat eden yetimin malının vasîsi tarafından kendisine teslim edilmesi, boşama, rec’at ve yolculukta vasiyet gibi hukukî işlem ve tasarruflara şahit tutulmasını emreder.2
Şahitlere zarar verilmesini yasaklayıp bunu yapmanın fâsıklık olduğunu bildirir. Şahit olmaya çağrılan kişinin bunu reddetmemesini ister.3 Şahitliği gizlemeyi yasaklayıp bunu yapanın kalbinin günahkâr olduğunu bildirir.4
Şahitliği yerine getirmeyi iyi ve ahlâklı insanın vasıfları arasında zikreder.5 Adâletin ikamesi için şahitliğin ehemmiyetine vurgu yapar ve kimseyi kayırmadan adâletle şahitlik etmeyi emreder.6 Şahitlik bir tür emanet olup diğer emanetler gibi edâ edilmesi gerekir. Bu sebeple şahitlik farz olup davacının talep etmesi hâlinde şahitlerin şahitlikten kaçınma hakları yoktur.7
Resûlullah (sas) faiz gibi haram olan bir şey için şahitlik yapanları lânetlemiş8 ve çocuklarından birini diğerlerinden ayırıp yalnız ona bağışta bulunan babanın bu tasarrufunu haksız bularak buna şahit olmayı reddetmiştir.9
Allah’ın, Meleklerin ve İlim Ehlinin Şahitliği
En büyük şahitlik Allah’a âittir. Ondan sonra melekler ve ilim ehli gelir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Allah, adâleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususa şahitlik etmiştir ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrar etmişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Âl-i İmrân 3/18)
Allah Teâlâ’nın vahdâniyeti, adâlet ve hakkaniyetle kayyûm oluşu mertebe mertebe bu üç şehadetin her biriyle ve toplamı ile sabittir. Herkesin kabul etmesi ve şahitlik etmesi gereken en büyük hakikat da budur.
Allah’ın şahitlik etmesinin mânası bir hakkı kayıtsız şartsız bildirmek, açıklayıp ortaya koymak veya deliller getirerek ispat etmek, ilm-i şuhûdî ile hükmetmektir. Bu mâna ile Cenâb-ı Allah dış dünyada ve insanın iç âleminde sayıya ve hesaba gelmez şahit ve delil yaratarak birliğini ve yüce sıfatlarını beyan ve izhar ettiği gibi bundan başka şerʻî deliller de indirerek bunları haber verip tasdik etmiştir. Meleklerle ilim sâhibi kimseler de bu hakikati kavrar ve doğruluğuna şahitlik ederler.10
Ümmet-i Muhammed’in Şahitliği
Şahitliğin bir manası da örnek olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Ve işte böyle sizi doğru bir caddeye çıkarıp ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki siz bütün insanlar üzerine adâlet nümunesi, hak şahidleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun.” (el-Bakara 2/143)
Burada “şahit olmak” ifadesi şu mânalarla tefsir edilmiştir:
Diğer insanlar üzerine sözlü olarak veya fiilen veya hâlen âdil bir şahit ve örnek alınacak kimseler olmak. Gerek hareket ve davranışları, gerekse diğer halleri bakımından örnek alınan kimselere de “şahit” denilir: “Bu böyledir, çünkü filan böyle söyledi. Filan iş böyle yapılmalıdır, çünkü filan böyle yapıyor” tarzında herhangi bir konuda kesin hüküm için senet kabul edilen kişiler de hep şahit hükmündedirler ki bunlar en büyük insanlar demektir. İşte Allah Teâlâ, Muhammed ümmetini insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, âdil, dürüst ve iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfan ile seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi ve imameti haiz, önder bir cemaat yapmak ve tam manasıyla âdil ve hâkim bir ümmet teşkil etmek için Peygamber Efendimiz’in gölgesinde ve çevresinde insanları yeni bir sırat-ı müstakime hidayet buyurmuştur.
İslâm ümmeti, bu vazifesini unutmamalıdır. Müslümanların şuna buna uyuntu olmayıp, başka milletlere nümûne-i imtisal (örnek) ve merci olması gerekir. Bunu temin eden sırat-ı müstakim vehbî (Allah vergisi) olduğu halde, onun üzerinde bu noktadan yürümek kulun veya kulların çalışmasına bağlı olan bir iştir. Bu vasıfları kazanmış olan ümmetin icmâʻı (bir görüşte toplanması) da hak bir delil, gerçek bir şahit olur. Gerçekte bu şartlar altında yürüyen müslümanlar ve bilhassa ashab-ı kiram, yeryüzündeki bütün kavimlerin teveccüh ve güvenini kazanan bir merkez olarak hak konusunda önderliği hâiz büyük bir ümmet olmuşlardır.
Bugünkü Müslümanların aynı şekilde diğer insanlar üzerine şahit olmaları gerekir. Rasûlullah (sas) de onlar üzerinize şahit ve onlar için uyulacak, ardına düşülecek bir önder olmalıdır. “Hiç şüphe yok ki sizin için Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır.” (el-Ahzâb 33/21) âyetinin delalet ve işaret ettiği gibi Müslümanlar onu, söz ve davranışlarında, oturup kalkışında kendilerine şahit tutar, imam ve önder kabul eder; bir örnek, bir nümûne-i imtisal edinir ve onun getirdiği sırat-ı müstakim üzerinde giderlerse bütün insanlar da onların ardından gelir ve onları cemaatleriyle birlikte kendilerine imam tanır, hakkın açığa çıkması için onlara ve sözlerine başvururlar. Bunun için icmâʻ-ı ümmetin delil olması, her şeyden önce ümmetin Kitâb’a ve Sünnet’e uygun yaşamasına bağlıdır. Böyle yapmayanlar gerçek bir ümmet olamazlar. Aksine başka ümmetlerin, başka milletlerin arkasına düşmeye mecbur kalır, onlara tâbi olur, uydu olmaya mahkûm olurlar. Hürriyetleri de ellerinden gider, esir milletler durumuna düşerler.11
Âyetin üslûbundan bu şahitlik konusunun “vasat ümmet” vasfıyla alâkalı olduğu anlaşılmaktadır. İslâmî literatürde şahid kelimesinin “örnek” ve “delil” anlamında da kullanıldığını dikkate alarak bu kelimeyi “örnek ümmet” veya “gerçek insanlığın nasıl olması gerektiğine dair bir delil değeri taşıyan toplum” şeklinde anlamak ve böylece âyetin söz konusu bölümünü şöyle yorumlamak daha uygun gözükmektedir:
Allah Teâlâ, Muhammed ümmetini, din ve dünya konusunda her türlü aşırılıklardan uzak, akıllı, itidalli, adâletli ve dengeli bir ümmet kılmıştır. Bu ölçülere göre oluşmuş görüş ve inançlarıyla, fıtratı bozulmamış her insanın kolaylıkla takip edebileceği sadelikteki güzel ahlâk ve yaşayışlarıyla onları bütün insanlara örnek bir nesil, bütün bu güzel nitelikleri sebebiyle üstün insanlığın ne olduğunu gösteren ve ispat eden bir delil kılmıştır. Bu hususiyetleriyle onlar iyi toplumlar için lehte, kötüler için aleyhte bir delil ve şahit olacaklardır.
Böylece âyet dolaylı olarak Müslümanlara, din ve dünya işleri konusunda başkalarını örnek alıp taklit etmek yerine, başkalarına örnek olmaları; dünya milletleri karşısında pasif ve alıcı değil, aktif ve verici olan bir konuma yükselme; maddî ve manevî alandaki bu mevkileriyle özenilen ve izlenen bir toplum seviyesine ulaşma mesuliyetini de yüklemektedir.
Şüphesiz bütün insanlar için doğru, adâletli ve en üstün örnek, ölçü ve önder Resûlullah (sas) olduğu için âyetin devamında Peygamber Efendimiz’in (sas) de Müslümanlar hakkında bir şahit, yani en iyinin ölçüsü, örneği ve ispatı olduğu ifade buyurulmuştur.
Şah Veliyyullah ed-Dihlevî ise “şahid” kelimesini “hakkı açıklayan” şeklinde tercüme etmiştir.12
Allah Rasûlü (sas) ümmetinin diğer kavimlere şahitliğiyle ilgili şöyle buyurmuştur:
– Nûh ve ümmeti kıyamet günü gelirler. Allah Teâlâ Hz. Nûh’a:
– Tebliğ ettin mi? diye sorar. Nûh (as):
– Evet ya Rabbi, tebliğ ettim, diye karşılık verir. Sonra Allah Teâlâ ümmetine hitaben:
– Nûh size tebliğde bulundu mu? diye sorunca onlar:
– Hayır, bize hiçbir peygamber geldi, diye cevap verirler. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Nûh’a:
– Senin doğruluğuna kim şehadette bulunur? deyince Nûh (as):
– Muhammed ve ümmeti şahitlik yapar, der. Onlar da Hz. Nûh’un tebliğde bulunduğuna şahitlik ederler.”13
Hz. Enes’in (ra) anlattığına göre Peygamber Efendimiz (sas) ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken onların yanından bir cenaze geçti. Ashâbdan bazıları o cenazeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Nebî (sas):
– Kesinleşti, buyurdu. Sonra bir cenaze daha geçti. Orada bulunanlar onu da kötülükle andılar. Resûl-i Ekrem (sas) yine:
– Kesinleşti, buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra):
– Ne kesinleşti yâ Resûlallah?” diye sordu. Peygamber (sas) da şöyle buyurdu:
– Şu önce geçen cenazeyi hayırla yâd ettiniz, bu sebeple onun cennete girmesi kesinleşti. Bu berikini kötülükle andınız, onun da cehenneme girmesi kesinleşti. Çünkü siz (müminler), yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz.”14
Bir adam Peygamber Efendimiz’in yanına gelerek:
‒ Yâ Resûlallah! İyilik ettiğim zaman iyilik ettiğimi ve fenâlık yaptığım zaman fenâlık yaptığımı nasıl bilebilirim? diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah (sas):
‒ Senin (ne ettiğini bilen) komşuların “Gerçekten güzel bir iş yaptın!” derlerse bil ki sen hakikaten iyi bir iş yapmışsındır. Onlar “Hakikaten kötü bir şey yaptın!” derlerse o zaman da gerçekten fenâ bir şey yapmışsın demektir” buyurdular.15
Necâşî ve ashâbı ilim ve ibadetle meşgul, ahiret korkusuyla dünyayı terk etmiş ve kibirlenmeyen kimselerdi. Bunlar kitaplarında âhir zaman peygamberinin geleceğini okurlar ve “iman ederiz gelecektir” diye itikad ederler, onun gönderilmesine iştiyak besler, gelişini beklerlerdi. Kur’ân inip de onu dinledikleri zaman hakkı tanıdılar, feyzinden istifade ettiler ve gözleri yaşla doldu. Resûlullah (sas) Efendimiz’in gönderilmiş olduğunu anladılar. Gıyâbî olan imanları şuhûda dönüştü. Daha önce “iman ederiz gelecektir” derken bu sefer “geldi, iman ettik” dediler. Şuhûd ve şehadet ehli olan ümmet-i Muhammed defterine yazılmayı niyaz ettiler. Allah teâlâ onların hâlini şöyle beyân eder:
“Resûl’e indirileni duydukları zaman, tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki: Rabbimiz! İman ettik, bizi (hakka) şahit olanlarla beraber yaz. Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umup dururken niçin Allah’a ve bize gelen gerçeğe iman etmeyelim? Söyledikleri (bu) sözden dolayı Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere, zemininden ırmaklar akan cennetleri mükâfat olarak verdi. Muhsinlerin mükâfatı işte budur.” (el-Mâide 5/83-85)
Bu hakşinas ve ihsân sâhibi insanlar Muhammed ümmetiyle birlikte şahid olmak, hak dine girmek, onu yaşamak ve onunla kemâle ererek örnek insanlardan olmak istiyorlardı. Allah da dualarını kabul buyurdu. Zaten O bütün duaları kabul eder. İhsân sâhibi olmalarına mükâfat olarak onları şahitler arasına kattı.
İhsân
Mânevî âlemimizle ilgili diğer mühim kavram ihsandır. “İhsân” kelimesi lügatte iki mânada kullanılır. Birincisi bir şeyi bildiğinde iyi bilmek ve bir şey yaptığında güzel yapmak demektir. İkincisi de birine iyilik etmek anlamına gelir.16 Türkçede ihsân bu ikinci mânâda meşhurdur.
Birinci mânasıyla ihsân, Peygamberimiz’in (sas) hadisinde “Sanki O’nu görüyormuşsun gibi Allah’a ibadet etmen.” diye tefsir edilmiştir. Yani bu şekilde ihsân, “görevi en güzel şekilde yapmak” demektir. Yine bu manada Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ her şey üzerine ihsânı (güzel bir şekilde muamele yapmayı) yazdı. Bundan dolayı öldürme ve kesmeyi bile güzel şekilde yapınız. Her biriniz bıçağını iyi bilesin ve boğazlayacağı hayvanı rahat ettirsin.”17
İkinci manadaki ihsân da “Kendin için sevdiğini kardeşin için de sevmen”18 hadis-i şerifi ile tefsir edilmiştir.
Allah her şeyi ihsan üzere yaratmıştır ve ihsan sahibi olan muhsinlerle beraberdir, onları sever, onları korur, onlara dünya ve âhirette iyilikler verir.19
Muhsin, bakışı güzel, niyeti güzel ve ameli güzel insandır, diğer bir ifadeyle yaptığı işi en güzel sûretle yapmayı alışkanlık hâline getiren kimsedir.
Muhsin kelimesi Hz. Yûsuf’un (as) şahsında temessül etmiştir. Hem Allah Teâlâ hem de insanlar onun muhsinlerden olduğunu ifade etmişlerdir. Ona bu vasfı kazandıran özellikleri tefsirlerde şöyle sıralanır: Biri hastalandığında ziyaret edip onunla ilgilenir, üzgün olanı tesellî eder, dara düşeni rahatlatmaya çalışır, ihtiyacı olanın hâcetini giderir ve Rabbine çokça ibadet ederdi.20 Vefâtı esnasında şöyle demiştir: “Ey kardeşlerim, dünyada bana zulmeden kimseden öc almadım, ben hep iyiliği ortaya çıkarıp kötülüğü gizlemeyi severdim. Bu benim dünyadan aldığım azığımdır.”21
Kim günahlardan sakınır ve sabırlı olursa, bilhassa zinâdan korunur ve bekârlığa sabrederse Allah böyle muhsinlerin ecrini asla zâyi etmez.22
İhsân’ın zirvesi Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmek ve o hâlde yaşamaktır. Bu yönüyle ihsân, şahitlikle birleşir. Allah’ın huzûrunda, O’nu görüyormuş, hep O’na bakıyormuş gibi bütün kalbimizi ve şuurumuzu toplayarak mânevî duyguların zirvesinde bulunmak ve bu hâli devam ettirmeye çalışmak, yani şuhûd ve ihsân hâlini yakalayabilmek en büyük hedefimizdir.
Murat Kaya
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ekim-Kasım-Aralık 2024/32. Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 544 76 96
www.siyerdergisi.com