İslâm, Yüce Allah’ın vazettiği bir dindir; bu dinin şârii Allah’tır. İslâm dininin kurallarını koyan Yüce Allah’tır. Din, Yüce Allah’ın, insanları iyiliğe yöneltmek ve kötülüklerden alıkoymak için, peygamberler vasıtasıyla insanlara bildirdiği emir ve yasaklardan meydana gelen hükümlerdir. Din, şu şekilde de tarif edilmiştir: Akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur. Bu mânâda din, îmân, amel ve ahlâk konularını içine almaktadır. Din, insanla Yüce Allah arasındaki ilişkileri düzenlediği gibi, insanla insan, insanla eşya ve kâinât arasındaki ilişkileri de hem hukuk hem de ahlâk çerçevesinde düzenler.
İslâm dininin kurucusu Yüce Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir gücün din vazetme yetkisi yoktur. İslâm dininin muhâtapları da akıl sahipleridir. Yani bu dinin hükümleriyle ancak aklı başında olan kimseler yükümlüdür. Dinin gayesi, insanları dünya ve âhirette mutlu kılmaktır. Din, insana yaratılışındaki gayeyi, yaratana ve yaratıklara karşı yükümlü bulunduğu görevleri bildirir. İyi ile kötüyü birbirinden ayırır; iyi ve güzele ulaşmanın yollarını gösterir. Bu suretle de insanın dünya ve âhirette mutlu olmasını sağlar. Din, bazılarının sandığı gibi sadece vicdânî bir kanaatten ibâret değildir. Dinin asıl gayesi, insanı bu dünyada ruh ve akıl yönünden olgunluğa eriştirmek, toplum düzenini sağlamak, insanları Allah’a kul yapmak ve onları öbür dünyada da cennete ulaştırmaktır.
Yüce Allah, her dönemde dinini peygamberler vasıtasıyla insanlara ulaştırmıştır. Yani dini vazeden Allah, insanlara tebliğ eden de peygamberlerdir. Tarih boyunca din, insanlara peygamberler tarafından tebliğ edilmiştir. Yüce Allah, dinini Hz. Cebrâil (as) vasıtasıyla peygamberlerine bildirmiş, onlar da Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara ulaştırmışlardır. Peygamberler, Yüce Allah’ın kendilerine indirdiği dini en güzel şekilde hem yaşamış, tatbik etmiş hem de insanlara ulaştırmışlardır. Allah’ın kendilerine verdiği yetkiyi kullanarak dini en ince noktalarına kadar ve yaşayarak insanlara öğretmişlerdir. Yüce Allah, peygamberler göndermeseydi insanlar dinin tatbikâtını kimden öğreneceklerdi? Son ve kâmil din olan İslâm’ın peygamberi Hz. Muhammed (sas), Yüce Allah’ın emirlerini kendi sünneti ile birlikte yaşayarak bize bir miras bıraktı.
Şer’î deliller kitap, sünnet, icmâ ve kıyas olmak üzere dörttür. Yani bu dinde söz sahibi olan üç makam, dört kaynak vardır. Birinci derecede söz sahibi Yüce Allah’tır. İkinci derecede söz sahibi olan Hz. Peygamberdir. Üçüncü derecede söz sahibi olan da âlimlerdir. Kitap Allah’ın sözü, sünnet Hz. Peygamber’in işi ve eylemi, icmâ ve kıyas ta âlimlerin üretimidir. Allah’ın söz söylemediği konular hakkında Hz. Peygamber Efendimiz söz söyleme hakkına sahiptir. Konu hakkında hem söz söyler hem de yaşantısı ile bize örnek olur. Yani ilgili konunun nasıl yaşanacağını bize gösterir. ‘İslâm’da Savaş’ konusu da bunlardan biridir. Yüce Allah’ın emri, peygamberin de sünneti olan savaş gerçeğini biz Hz. Peygamber Efendimiz’in Siyer’inden öğreniyoruz.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de bize kendi yolunda canımız ve malımızla cihâd etmemizi, düşmanlarla savaşmamızı emretmektedir. Hz. Peygamber efendimiz kendi hayatında bu emirlerin nasıl yerine getirileceğini gösterip bize öğretmeseydi, biz cihâdımızda ve kıtâlimizde kimi örnek alacaktık? Askeri nasıl hazırlayacağımızı, sefere nasıl çıkacağımızı, gâlip gelirsek nasıl sevineceğimizi, ganimetleri nasıl dağıtacağımızı, mağlûb olursak nasıl üzüleceğimizi nerden ve kimden öğrenecektik? Şehidlerimizi nasıl gömeceğimizi, yaralılarımızı nasıl tedavi edeceğimizi, şehidlerimizin âilelerini nasıl teskin edeceğimizi, yetimleri bağrımıza nasıl basacağımızı kim öğretecekti bize?
Hz. Peygamber Efendimiz’in hayatı îmân ve cihâddan ibarettir, Siyer’i de seriyye ve gazâlarla dopdoludur. O’nun seriyyeleri, gazveleri, musâlahaları, muâhât ve muâhedeleri bizim için örnektir. Biz, O’nun bu örnekliğini Siyer’i okuyarak öğreniyor ve hayatımızda tatbik ediyoruz. Savaş öncesi stratejilerini, savaşlarda kullandığı taktikleri, her savaşta ayrı bir yol ve yöntem kullanmasını, O’nun gerçek bir lider ve başarılı bir komutan olduğunu Siyer’ini okuyarak öğreniyoruz.
Savaşlarda sadece dost birlikleri değil, düşman birlikleri ve onların geleceğini düşünen bir peygamberimiz var bizim. Dost birlikler savaşı kazanırken, düşmanın da evinin ocağının yıkılmamasını, hanımlarının çocuklarının ölmemesini, mamûr yerlerinin harap olmamasını isteyen bir peygamberimiz var bizim. Gerçekten âlemlere rahmet olan bir peygamberimiz var bizim. Peygamberimizin bu konudaki uygulamalarını da Siyer’den öğreniyoruz. Siyer olmasa İslâm’ın bu konudaki hükümlerini nerden öğreneceğiz. Hz. Peygamber efendimiz, insanlara üç alternatif sunardı: Onları önce İslâm’a dâvet ederdi, kabul ederlerse bu sefer de Medine’ye hicret etmelerini isterdi. Maksadı, Medine’yi büyükşehir yapmaktı. İslâm’ı kabul etmezlerse onları İslâm devletinin vatandaşı olmaya ve cizye vermeye dâvet ederdi. Bunu da kabul etmezlerse son alternatif olan savaşa başvururdu. Savaşırken de câhiliye geleneği ile değil kendisinin geliştirdiği “Âdil Savaş” usûlü ile savaşırdı. Bu üç alternatifi komutanlarına da emreder ve bunun tatbîkini isterdi. Kendisinin katılmadığı Mûte savaşına komutan tayin ettiği Zeyd b. Hârise’ye ve diğer seriyyelerdeki komutanlara verdiği emirleri dinleyelim:
Sahâbe-i kirâm efendilerimizden Bureyde b. el-Husayb el-Eslemî (ra) şunları anlatır: “Resûlullah bir orduya veya müfrezeye komutan tayin ettiği zaman kendisine hassaten Allah’ın takvâsını beraberindeki müslümanlara da hayır tavsiye eder; sonra şöyle buyururdu: “Allah yolunda besmele ile gazâ edin! Allah’a küfredenlerle çarpışın! Gazâ edin! Ama ganimete hıyanette bulunmayın! Düşmanlarınıza bile zulmetmeyin! Ölülerin burnunu, kulağını kesmeyin! Çocukları öldürmeyin!”
Sonra komutana döner ve şöyle derdi: “Müşriklerden olan düşmanınla karşılaştığın zaman onları üç haslete (veya güzel huya) dâvet et! Bunların hangisinde sana icabet ederlerse onu kabul et ve kendilerini bırak!” Sonra da bu üç hasleti şöyle sıralardı: “Onları her şeyden önce İslâm’a dâvet et! Şayet Müslüman olmayı kabul eder ve sana icabet ederlerse onların bu durumunu sen de kabul et ve kendilerini (serbest) bırak! Sonra kendilerini yurtlarından muhâcirler diyârına (Medine’ye) hicret etmeye dâvet et! Ve onlara haber ver ki, bunu yaparlarsa muhâcirlerin lehine olan onların da lehine, aleyhine olan onların da aleyhine olacaktır. Yurtlarından göçmeyi kabul etmezlerse onlara haber ver ki, müslümanların bedevîleri gibi olacaklar; kendilerine Allah’ın, mü’minler üzerine cereyan eden hükmü uygulanacak; ganimet ve haraçta hiç bir hakları olmayacaktır. Eğer müslümanlarla birlikte cihâd ederlerse bu iki gelirden de hak sahibi olurlar. Eğer Müslüman olmayı kabul etmezlerse onlardan cizyeyi iste! Şayet sana icabet ederlerse onu kabul et ve kendilerini (serbest) bırak! Kabul etmezlerse artık Allah’dan yardım dileyerek onlarla harb et! Bir kale ahâlisini muhasara eder de senden Allah’ın ahdini ve Peygamberinin ahdini kendilerine bahşetmeni dilerlerse onlara ne Allah’ın ahdini ver; ne de Peygamberinin ahdini! Lâkin onlara kendi ahdini ve arkadaşlarının ahdini ver! Çünkü sizin kendi ahidlerinizi ve arkadaşlarınızın ahidlerini bozmanız, Allah’ın ve Resûlu’nün ahdini bozmaktan ehvendir. Bir kale ahalisini muhasara eder de senden kendilerine Allah’ın hükmünü tatbik etmeni isterlerse onlara Allah’ın hükmünü tatbik etme! Lâkin onlara kendi hükmünü tatbik et! Zîrâ Allah’ın onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilmezsin!”[1]
Bugün modern dünyada cereyan eden savaşlarda sivillerin korunması büyük bir problemdir. Her türlü silahın kullanıldığı bu savaşlarda binlerce insan haksız yere hayatını kaybetmektedir. Hz. Peygamber efendimiz bu problemi yıllar önce çözmüş ve bu konuda komutanları üzerinden bize emirler vermiştir. Siyer olmasa biz bunları nerden öğreneceğiz.
Müslim b. Hâris’in anlattıkları da konu ile alakalı olan önemli şeylerdir: “Resûlullah (sas) bizi askerî birlik olarak bir yere göndermişti. Tam saldırıya geçeceğimiz sırada, ben at üzerinde bulunduğum için arkadaşlarımdan ileriye geçtim. Kadınlar ve çocuklar feryatlar içerisinde karşıma çıktılar. Onlara “Kurtulmak istiyor musunuz?” diye sordum. “Evet” dediler. “Öyleyse ‘şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed (sas) onun kulu ve elçisidir’ deyiniz.” dedim. Onlar da dediğimi yaptılar. Bunun üzerine birlikteki arkadaşlardan hiç kimse onlara bir şey yapmadı. Medine’ye döndük ve olanları Resûlullah’a anlattık. Rasûlullah, duyduklarına çok sevindi ve “Bu güzel davranışınızdan dolayı sizden her birinize pek çok sevap yazıldı” buyurdu.[2]
Âdil savaşı ve savaş hukukunu peygamberimizden öğrendiğimiz gibi barışı ve barışta verilen sözde durmayı da ondan öğrendik. Hz. Peygamber Efendimiz 6/628 yılında Mekke müşrikleri ile Hudeybiye musâlahasını akdetti. Bu barış görüşmesinde verdiği sözde durdu. Müşriklerin temsilcisi Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel’i babasına teslim etti. Kendisine ve çevresine zararı dokunsa bile verdiği sözde durmayı biz Hz. Peygamber Efendimiz’den öğrendik. Ebû Cendel ve Ebû Basîr’den de îmânı uğrunda her şeyi göze almayı ve iki kişi olsak bile müşrikleri dize getirmeyi öğrendik. İmânın büyük bir güç olduğunu, müminin bütün engelleri aşmasını bilen bir mücâhid olduğunu bu güzel insanlardan öğrendik.
Bütün bunları Siyer’den öğrendik. Siyer, bir mekteptir, medresedir, okuldur. Biz, peygamberimizi, sahâbe-i kirâm efendilerimizi, ibâdetin vakit ve şekillerini, cihâd ve kıtâli, insanlık ve medeniyeti, devlet ve iktidârı, asker ve orduyu, zühd ve takvâyı, amel ve ahlâkı… Siyer’den öğrendik.
Prof. Dr. Mustafa Ağırman
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Temmuz-Eylül 2017/3 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Müslim, Cihâd, 3.
[2] Ebû Dâvûd, Edeb, 110.