Abdullah Nâsuh Ulvan, Selâhaddîn’i “Onun omzunda dağların kaldırmayacağı bir Kudüs kaygısı bulunmaktaydı.” sözüyle anlatır.
Bu sözün kaynağı, Sultanın kâtibi İbn Şeddâd’dır. O, Haçlıların Kudüs’ün fethinden sonra Akkâ’yı kuşatması sırasında Sultanın yanında bulunan alimlerdendir.
İbn Şeddâd, Selâhaddin’in o kuşatmaya karşı mücadelesinden özetle şöyle söz eder:
“Sultan, çocuğunu kaybetmiş bir anne gibiydi, atı üzerinde birlikler arasında koşturup askerleri cihada teşvik ediyordu. Yardımcıları, onun dilinden “Haydi İslâm’ın imdadına!” diye seslenirken o, Müslümanların başına gelen belaları, Müslümanlara yapılan gaddarlıkları düşündükçe daha büyük hevesle hücum ediyordu. Gün boyu ağzına bir lokma yemek koymadı. Ancak doktorunun hazırladığı içecekten bir miktar içebildi.”
Akkâ, bugünkü Gazze misali öylesine korkunç bir kuşatma ile karşı karşıya idi ki Selâhaddin’in üzüntüsünün onun sağlığını bozmasından endişe edildi. Sultan, buna karşı sabır ve zikre sarıldı. “Ey Muvahhid askerler, haydi İslâm’ın imdadına!”, “Haydi İslâm için ileri!” diye seslenirken yanında sadece beş nefer kaldığı hâlde yiğitçe savaşıyor, bir saftan diğerine geçiyordu.
Batı’nın birleşik ordularına karşı at koşturan bu cesur kahraman, 532/1138’de Erbil ile Bağdat arasında, Kerkük’ün güneybatısında yer alan Tikrit Kalesi’nde dünyaya teşrif etti. Kudüs, hicri takvime göre tam kırk yıldır istila altındaydı ve henüz istiladan kurtulacağına dair bir belirti yoktu. Haçlılar, I. Haçlı Seferi’nde Kudüs’ü istila edip İslâm beldelerinin kalbine egemenlik kurmanın sarhoşluğuyla İslâm dünyasının içlerine doğru istilalarını genişletme hayalindeydiler.
Haçlıların hayali, Şam’ın başşehri Dımaşk’ı da alıp İslâm aleminin kalbine iyice yerleşmekti. Şuur ehli Müslümanların hayali ise Kudüs’ü kurtarıp Haçlıları İslâm aleminden tamamen çıkarmaktı.
Kudüs; bir Şam beldesi olarak Şam ve Mısır arasındadır. Onun kurtarılması, Şam ve Mısır’ın birlikte hareket etmesine bağlıdır. Babası Necmeddin el-Eyyûb, Selâhaddin’in yolunun Mısır’a düşeceğini bilircesine ona Yusuf adını verdi; lakabına da “dinin kurtuluşu” anlamında “Selâhaddin” dedi. Böylece dünya bir Selâhaddin Yusuf kazandı. Daha sonra ona Mısır’da “el-Melikü’n-Nâsır”, yani “Muzaffer Hükümdar” dendi. Böylece adı ve lakapları, adeta hayat hikâyesini oluşturdu.
Babası Necmeddin el-Eyyûb, İmam Gazzâlî’nin çizgisinde yetişmiş, dâhi denecek kadar zeki bir devlet adamıydı. Tasavvuf erbabının himayesine sığındığı, ilim ve zikir ehli bir valiyi. O, önder bir baba, mürşid bir ağabeydi. “Dinin yıldızı” anlamına gelen lakabına yakışır bir şekilde, devrin Müslümanlarına yol göstermekte bir kutup yıldızı gibiydi. Hedefine ulaşmak için sabrında ise adına yakışırcasına Hz. Eyyûb gibiydi.
Necmeddin el-Eyyûb’un siyasi dehasını, kardeşi Esedüddin’in Şîrkûh’un hiçbir düşmanın baş edemeyeceği cesareti ve askeri dehası tamamlıyordu. “Şîrkûh”, “dağ aslanı” demektir, “Esedüddin” ise dinin aslanı. Hakikatte Şîrkûh’un şahsiyetinde bir “dağ aslanı”, ilim ve takvayla dinin aslanı olmuştu. O, zikir ehli bir mücahid, ashâb-ı kirâm gibi bir gaziydi. Daha Tikrit’te emniyet amiri iken Müslümanlara karşı merhametli, ehl-i küfre karşı şedit idi.
Selâhaddin’in doğduğu gün, babası Necmeddin el-Eyyûb ve amcası Şîrkûh’un Musul yolculuğu başlamıştı. İki kardeş, yollarının Şam’da buluşacağı Nûreddin Mahmud Zengî’nin babası İmâdüddin Zengî ile ittifak kurmuşlardı. Onlar Tikrit’ten ayrılırken Tikrit halkı artlarında yas tuttu, gözyaşları döktü; Musul’a yaklaştıklarında ise Zengî, onlar için bir devlet töreni hazırlamıştı. Lâkin Musul’da durmaya niyetli değillerdi. Zengî ile anlaşarak Şam’ın bugün Lübnan sınırları içinde yer alan ve o gün Haçlılara karşı ribat kalelerinden olan Ba’lebek Kalesi’ne geçtiler. Böylece Şam’a yerleşirken Mısır’a da epey yaklaştılar.
Necmeddin el-Eyyûb, Tikrit’te olduğu gibi Ba’lebek’te de valiliği üstlendi, Şîrkûh da yine askeri işlerin başına geçti. Nûreddin Mahmud Zengî de Şam’daydı, o sırada idari bir görevi bilinmiyordu ve bir görüşe göre, yetiştirilmek üzere onların yanına verilmişti.
Aile, Ba’lebek’e varır varmaz cihada başladı ve Necmeddin, eş zamanlı olarak sûfiler için bir hankâh (dergâh) kurdu. Böylece kalesini ashâb misali gazilerin buluştuğu bir hudut yurduna dönüştürdü.
Selâhaddin, böyle şuur ehli bir ailede ve öyle bereketli bir ortamda büyüdü. Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetti. Tanınmış hadis alimlerinden dersler aldı. Sahih bir akide ile donatıldı, Şafiî fıkhı başta olmak üzere fıkıhta sağlam bir tedrisattan geçti. Ona matematik, geometri gibi bilimler öğretildi. Aynı zamanda devrin en iyi çevgan ustalarından sayılacak kadar namlı bir sporcu ve savaş ustası olarak belirdi.
Necmeddin el-Eyyûb, oğlunu adeta bir Kudüs fatihi yetiştirmeye niyetlenir gibi büyüttü. Şîrkûh da yeğenini o niyet üzere, yanına alıp savaşlara götürdü, ona tatbikat yaptırdı. Onlar, mücahid ve devlet insanı yetiştiren iki usta idiler.
Nitekim Selâhaddin, ailesi içinde “fert” değildir. Necmeddin el-Eyyûb, diğer oğullarını, kızlarını ve torunlarını da birer Selâhaddin olarak yetiştirmiştir. Necmeddin’in diğer oğulları Melikü’l-Âdil, babası gibi bir siyaset ve insan yetiştirme dâhisi iken Şehid Şahinşah, Turan Şah ve Tuğtekin her biri kendi karakteri içinde büyük bir askerdir.
Necmeddin’in torunlarından Takiyüddin Ömer b. Şahinşah, dünya tarihinin en iyi askerlerinden kabul edilirken Ferruhşah b. Şahinşah hem muzaffer bir asker hem abid ve zahiddir.
Necmeddin Eyyûb, erkeklerden böyle yiğitler yetiştirirken kızları Rabia Hatun ve Sittü Şam Fatma Hatun’u da onlar gibi yetiştirmiştir.
“Seyyidetü’ş-Şam” yani Şam’ın Hanımefendisi ünvanına layık görülen Fatma Hatun, Kudüs’ün fethinde neredeyse Selâhaddin gibi bir makam sahibidir.
Selâhaddin’in müsteşarları arasında sayılan ve görüşü tutulan Fatma Hatun, biricik oğlu Hüsameddin Laçin’i dayısı Selâhaddin gibi alim, zahid, zâkir ve mücahid olarak yetiştirdi. Genç yaşta vefat eden Hüsameddin Laçin, dayısının en önemli ve en alim komutanları arasında yer aldı.
Fatma Hatun, cihad için bizzat vazife üstlendi. Yetiştirilmek üzere, genç kızlar istedi. “Bu kızlar mutlaka hafize olmalı, ata binmeyi ve kılıç kuşanmayı öğrenmeye yatkın olmalı.” dedi. Selâhaddin hayret etti: “Hafize olmalarını anlarım da ne diye onların ata binip kılıç kuşanmasını istiyorsun diye?” sordu. Fatma Hatun, “Zira onları hekime olarak yetiştireceğim ve hekime olanların ordunun kalbine gidecek kadar ata binmeyi ve gerektiğinde düşmanla savaşmayı bilmeleri gerekir. Çünkü mücahidlerin yaralıları ordunun kalbinde olur!” dedi.
Fatma Hatun, yanına verilen kızlardan “Küteybetü’l-Tıbbiye” adında bir tıp taburu kurdu. Tamamı hafize kızlardan oluşan bu taburun kızları, savaşta en ileri noktalara vararak Müslümanların yaralılarına ulaşır, onları tedavi ederlerdi.
Fatma Hatun, devasa bir ilaç üretim merkezi kurdu, hafize kızların maharetiyle devrin en iyi ilaçlarını üretti. Onun yanında mücevherat atölyeleri kurdu. Bir yandan ilaç üretirken bu atölyelerde de geliri cihada ve şüheda ailelerine harcanmak üzere mücevherat üretip sattı.
Fatma Hatun, kardeşleri ve yeğenleri cihadda iken erkekler için de Berraniye ve Cüvaniyye medreselerini inşa etti. Eserleri günümüze ulaşan pek çok alim o medreselerde yetişti.
Selâhaddin: Emin Bir Mü’min Adil Bir Hükümdar
Selâhaddin’in askeri mahareti, amcası Şîrkûh’un Nûreddin Mahmud Zengî Devri’nde yapılan üç Mısır seferi sırasında dikkatleri celp etti.
1. Mısır seferi sırasında Babeyn’de cesaret ve komutanlığına tanıklık edildi. Yine o sefer sırasında İskenderiye’ye hükmettiği kısa sürede ise adaleti, Hak’tan korkusu, halka karşı muhabbeti ve diplomasideki maharetiyle bütün kesimleri kendisine hayran bıraktı.
III. Mısır Seferi’nden sonra ise amcası Şîrkûh’un vefat etmesi üzerine Mısır sultanı (başveziri) olarak seçildi ve yönetim tarzı vücut buldu; Mısır’a hâkim olmasıyla emniyeti ve adaleti ihya eden bir önder olarak belirdi.
Bu doğrultuda Selâhaddin’in bazı özelliklerinden şöyle söz edilebilir:
1. Selâhaddin alimdir; Sünnetüllah’ın onu başarıya, Sünnet-i Resûl üzere Sünnetullah’a tâbi olmanın ise onu cennete götüreceğine kesin olarak iman etmiştir. Onun için akıl; bir yanıyla Sünnetullah’ı anlamaktır, diğer yanıyla vahyi lafzen ve tatbikat olarak anlamak için verilmiş nimettir.
Selâhaddin’in “Müslüman aklı” ile ifade edilebilecek bir çatı mantığı vardır. Her fiili o mantık içinde kolaylıkla izah edilebilir. Dolayısıyla fiilleri bir bütünlük içinde tutarlıdır, anlaşılabilir ve tekrarlanabilir. Onun büyük stratejisi Kudüs’ü kurtarmak ve korumak üzere kuruludur. Cihad… Çocukların eğitimi… Hatta yol kıyısında bir çeşme yapmak… Bütün eylemleri bu stratejiye göre şekillenmiştir. O, bu strateji için kudrete, planlamaya ve sabra ihtiyaç olduğuna ve kudretin de ancak birlikle mümkün olduğuna inandı, eylemlerini o yönde tasarladı.
O, bu mahiyette güçlü bir ordu, güçlü bir istihbarat, güçlü bir donanma oluştururken her faaliyetini namaz, sabır, sadaka ve dua ile destekledi. Böylece madde ve mana ile çifte kanatlandı.
İzah edilebilir eylemler içinde olmak, Selâhaddin’in önderliğinin çağını aşmasını sağladı. Onun örnekliğini küresel boyuta ulaştırmıştır.
2. Selâhaddin, Resûl-i Ekrem’in “emin” sıfatını kendinde ihya etti. O, öylesine dürüst ki büyük düşmanlarından ve bizzat elleriyle infaz ettiği Kerek Kontu Ernat’ın hanımına verdiği sözü dahi yerine getirdi.
Emin olmak Müslümanların onun etrafında toplanmasına, düşmanların ise ona karşı ayrılığa düşmesine vesile olmuştur.
3. Selâhaddin, adaletin mülkün temeli olduğuna inanmıştır ancak adil olursa etrafında toplananların sebat edeceklerinden emindir. Bu doğrultuda Mısır’da Mezalim Mahkemelerini ihya etti, haftanın iki günü mahkemelerde oturup haksızlığa uğradığını düşünenlerin davasını gördü, askerler için de kadı asker denen hakimler tayin etti.
Bunun için Mısır’da darmadağın olan devlet-millet bütünlüğü, kısa sürede sağlanmış, Mısır’ın iç birliği kısa sürede tamamlanmıştır.
4. Selâhaddin’in başta gelen özelliklerinden biri, Resûl-i Ekrem’in sünneti üzere müspeti önde tutmasıdır, müspet söz konu iken menfi düşünmemesidir. O, ilişkilerinin temeline müspet bakmayı yerleştirdi, tersi için ise tedbir aldı. Dolayısıyla Selâhaddin, yönetirken toplumun olumsuz yanlarına değil, olumlu yanlarına baktı, hainlik için tedbir alırken dürüstlüğü esas bildi.
O, Mısır’a hâkim olduğu sırada bazı askerlerin ihanet düşüncesinde olduğunu bile bile, tarihçilerin hayret edeceği bir şekilde onları görmezden geldi, infaz etmek yerine birbirinden uzaklaştırarak ihanetlerini etkisizleştirme ve yeteneklerini ümmetin hizmetine verme yoluna gitti.
Sonraki yıllarda da siyasi ve askeri infazdan kaçındı, kendisi Haçlılara karşı savaşırken onu arkadan vuran Halep ve Musul’u hatta onların yönlendirmesiyle kendisine suikast düzenleyen Haşhaşileri dahi affetti. Musul Atabegi II. Seyfeddin Gazi’yi Tel Sultan savaşında esir almışken fidyesiz serbest bıraktı.
O affetmeyi, Ümmetin gönüllerini birleştirecek, Ümmetin yeteneklerinin yitirilmesini engelleyip hizmete alacak ve düşmanı kahredecek bir işlevde bildi ve affa sıkı sıkı sarıldı.
Ondan öncekiler topluma istibdatla hükmederken o topluma iyilikle hükmetti, Resûl-i Ekrem’in sünneti üzere bir iyilik ve merhamet devleti kurdu.
O, eğitimin iyilikteki işlevine inanmıştır. Toplumun maddi ihtiyaçlarını karşılarken Şam’daki medrese eğitimini Mısır’a taşıdı, medreselerin yanı başına tasavvuf dergahları kurdu, çocuklar Kur’an-ı kerim dersleri ortamı hazırladı, büyükleri Hadis ilmi ve diğer ilimlerle ihya etti.
Eğitim; toplumu Selâhaddin’in hizasına getirdi, asayiş bozmaktan uzaklaştırdığı gibi cihad için de istekli konuma çıkarmış, Selâhaddin’in işini içeride ve dışarıda kolaylaştırmış, hedefini yakınlaştırmıştır.
5. Selâhaddin zahiddir. Mısır’ın hazinelerini hizmetine verildiği hâlde onların üzerine oturmadı, sade hayatını asla bozmadı. Bu hâl, ona kazandıklarıyla çok iş yapma imkânı verirken aynı şekilde zaman için dahi iktisatlı olmasını sağladı. Mısır’da hastalanıp da seferi geciktiğinde sorunu fırsat bildi, hastalık günleri boyunca alimlerden İmam Malik’in Muvatta kitabından hadis dinledi. O divana Kur’ân’la başlar ve divan üyeleri “Efendim yorulduk!” dediklerinde “O zaman hadis dinleyelim!” derdi.
Zahid olmak, aynı zamanda toplumun Selâhaddin’le ilgili dünyalık hakkında kuşku duymasını engellemiş ve etrafında toplanmasını kolaylaştırmıştır.
6. Selâhaddin abiddir. Farzlarına itina gösterdiği gibi sünnetlere itina gösterir, namazlarını cemaatle kılar ve geceleri teheccüde kalkardı. İbadet onun, yorgunluğunun hafiflemesine, acılarının yıpratıcılığının azalmasına; insanların ihanet, tembellik ve nankörlüğüne karşı dayanıklılığının artmasına vesile olmuştur.
7. Selâhaddin fedakardır. Babası Necmeddin, Mısır’a geldiğinde sultanlığını ona vermek istedi. Memlûklerin cihadda ganimet toplamalarından şikâyet edildiğinde “Kuyuları biz kazırız, suyu başkası içer, yokuşlarda değirmen taşlarını biz taşırız, başkası ekmeği yer.” demiştir.
Fedakârlık onun sevilmesini ve ona karşı itirazların kesilmesini sağlamıştır.
8. Selahaddin cömerttir. Bütün gayr-i İslâmî vergileri sonlandırdı, zekât müessesesini işletti, halkı muhtaç olmaktan kurtardı. Buna rağmen, Fâtımî sarayındaki bütün zenginlikleri bağışladı, kendisinden Fâtımî imamının tacını isteyen birine “Al! senin olsun.” dedi. Eline ne geçse bağışladığından vefat ettiğinde tedfin işlerine yetecek malı bulunamadı.
Muhtemelen cömertliğiyle hazineyi boş tuttuğundan babası Mısır’a geçtiğinde hazine işlerini kendisi üstlendi.
Fedakârlığı ile birlikte cömertliği Selâhaddin’in kıskanılmasının önüne geçmiş, ilk yılların ardından, yaşadığı sürece ona karşı içeride bir muhalefet cephesi oluşmamıştır.
9. Selâhaddin cesurdur. Savaşlara bizzat katılır ve kimi noktalarda askerin cesareti kırıldığında onları durdurur ve düşmanın üzerine varmaya devam ederdi.
Cesareti, toplumun Selâhaddin’e hayranlık duymasının ve ardından gitmesinin en önemli vesileleri arasındadır.
10. Selâhaddin vefalıdır. İslâm devletlerinde hakimiyetin sembollerinden olan hutbenin okunduğu yer olarak minber çok önemliydi. Ama Selâhaddin, Kudüs’ü fethettiğinde Mescid-i Aksâ için kendi minberini yapmamış, Nûreddin’in Halep’te inşa yaptırdığı minberi getirmiştir.
Selâhaddin ayrıca düşmanlarını çatlatan bir sabra sahiptir. Şehirleri uzun süre kuşatarak bıktırır, öfkesine hâkim olarak düşmanının önünü keserdi.
Babası Necmeddin el-Eyyûb, yaşadığı sürece, bir hayalin tamamlanmasını takip eder gibi, oğlunun bu özelliklerini gözetledi, fitne ehli Şam ve Mısır’ın arasına fitne sokmak istediğinde araya girdi, tecrübesiyle oğlunu destekledi. Bağdat ve Şam’ın Mısır’daki süreci hızlandırma talepleri karşısında yine o vazife üstlendi ve Fâtımî imametine, Mısır’ın bölünmesine izin vermeden son verdi.
Necmeddin, bu büyük vazifeyi tamamladıktan sonra vefat etti ve cenazesi, onun vasiyeti üzerine Ravza-ı Mutahharra’nın yanı başına Cennetü’l-Bakî’ye götürüldü. O, Resûl-i Ekrem’e sadece iman etmemiş, Onu içten sevmiş ve yeni nesli de öyle yetiştirmişti. Nitekim Şîrkûh da aynı vasiyette bulunmuştu.
Selâhaddin, 1187’de Hıttin’de düşmanı darmadağın etti, ardından Kudüs’ü fethederek rüyasını gerçekleştirdi, stratejisinin hedefine ulaştı, Kudüs’ün fethi üzere başlayan III. Haçlı Seferi’ni bertaraf etti. 4 Mart 1193’te hayata gözlerini yumdu ama onun kurduğu sistem sayesinde sonraki Haçlı Seferleri bertaraf edildiği gibi Moğol istilası da Şam’da durduruldu. Onun vesilesiyle hasıl olan Şam-Mısır-Hicaz birliği 1917’ye kadar, yedi asırdan uzun bir süre devam etti.
Allah rahmet eylesin…
Abdulkadir Turan
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ocak-Şubat-Mart 2024/29 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com