Acaba kendi içimizde barış var mı? Bütün uzuvlarımız birbiriyle sevgi ilişkisi içinde mi?
Aklımızla kalbimiz ya da nefsimiz barışık halde mi? Bedenimizle ruhumuz sevginin sağladığı itmi’nan duygusu ya da temkin hali yaşıyor mu? Yoksa ihtilâclar içinde miyiz?
Birer sevgi odağı olması gereken, ancak sevgi iklimi içinde saadeti bulacak olan ailelerimiz sevgiyi doya doya yaşıyor mu? Eşler arasındaki ilişki, kardeşler arasındaki ilişki, ebeveynle evlatlar arasındaki ilişki, derin bir meveddet ve rahmet ilişkisi mi? Yoksa, gün gün yığılmakta olan boşanma dosyaları, aile içinde yürekleri saran bir münâfereti mi haber veriyor? Aile içi cinayetler neyin habercisi?
Allah yolunda hizmet için meydana gelmiş birlikteliklerin bizzat kendi içindeki ilişkilerde derin bir muhabbet ve adanış duygusu var mı? Yoksa kibir, buğuz, öne geçme, riyaset, gıybet gibi yürekleri kemiren ve ihlası eriten duygular, insanların içinde kol gezip, bulduğu güzellikleri talan mı ediyor?
Ya bu hizmet gruplarının birbiriyle ilişkisinde ne hakim? Birbiri için hüsnü zan, birbirinin muvaffakıyeti için dua, birbirine sevgi, rahmet dileği mi? Sıcak bir dostluk mu? Yoksa rahmet-i ilahîyi bile kıskanmak mı? Kusur aramak mı? Kusur isnadı mı? Gıybet mi? Hatta iftira mı? Birbirinin cennetinin yolunu kesmek için sürekli engeller üretme gayreti mi?
İslâm içinde oluşmuş mezheplere aidiyet, kendimiz için her şeyi “Allah için kılma” çabası mı, bir başkasını “Allah’ın yolundan dışlama” gayreti mi? Buradan yola çıkıp, Allah için yarış duygusuyla birimiz diğerinin gayretine bakıp sevinç mi duyuyoruz, yoksa birbirimizin tekerine çomak sokarak yoldan alıkoymaya mı çalışıyoruz? İslâm ki, bütün zamanlarda, farklı dinden olanların bile mabedine dokunmama hassasiyetiyle gelmiş, şimdiki zamanlarda, şu veya bu mezhep mensuplarının gittiği “ibadethane”yi bombalamak nedir? Yani Allah’a, herkesin mabuduna secde edilen yeri bombalayınca, kimin amel defterine ne yazılır? Ve o amel defteri Allah’ın huzuruna nasıl götürülür?
Ya iki Müslüman toplumun – kavmin, farklı devlet ve vatanlar içinde bulunulduğu için birbiriyle vuruşması… Yıllarca… On binlerce, yüzbinlerce insanın can vermesi? Hangi Müslümanlık aidiyetinden beslenir? “Ben İranlı bir Müslüman olarak şu kadar Iraklı Müslüman’ı öldürdüm” dediğinde, ya da Iraklı benzeri bir katliam listesi sunduğunda, nasıl bir mukabele bekler Yaratan’dan? Bunlar, yarın Resûlullah’ın Hamd Sancağı altında buluşurlar mı? Buluştuklarında birbirine kılıç çeker, bomba kusarlar mı? Orada da can alma duygusuyla hareket ederler mi? Ağızlarında öldürdüğü diğer mü’min kardeşinin etini çiğnerler mi?
Ya aynı vatan içinde yaşayan Müslüman kavimlerin birbirine karşı muğberiyetleri… Üstünlük taslamaları… Öfke ve kin alış verişleri… Allah’a yakınlık dışında birbirine üstünlük kıstasları üretmeleri… Vatanların bile anlamlarını yitireceği mahşer zemininde, kim neyin kavgasına soyunur? Allah’ın huzuruna insanlar, neyi götürürler? Kalblerinde birbirlerine karşı besledikleri kini mi, yoksa Allah’a kulluk duygusunu mu?
Sevgi istidadını, “Yaradılan’ı Yaradan’dan ötürü sevmek” boyutunca zenginleştirmek ve bu istidatla, tüm varlıkla dostluk ilişkisi kurmak varken, daha kendi kendimizle barış gibi ilk merhalelerde tökezlemek…
Bu Müslümanca bir şey olarak görülebilir mi?
“Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın” bir kere…
Nimetini hatırlayın da;
“Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.”
“Hani siz birbirinize düşmandınız.”
“Bir ateş çukurunun kenarında idiniz…”
Kalpleriniz adeta bir ateş çukuru olmuştu. Kin, öfke ve düşmanlıklar kuşatmıştı yüreğinizi…
“Allah sizi oradan kurtardı”
“Kalplerinizi birbirine ısındırdı ve O’nun nimetiyle kardeşler oldunuz.” (Âl-i İmrân 3/103)
Kardeşlik…
Kalpleri birbirine ısındıran ve birbirimizle ilişkimizi “kardeşlik” olarak niteleyen Varlık, bizi yaratan Varlık.
“Mü’minler ancak kardeştir.” temel prensibini koyan da O (cc)
Kalplerin birbirine ısındırılması hep zor olmuş.
Diyor ki Yüce Yaratan Resûl-ü Emini’ne:
“…mü’minlerin kalblerini birbirine ısındıran O’dur. Eğer sen, yeryüzündeki her şeyi harcasan, onların kalblerini birbirine ısındıramazdın. Fakat Allah onları birbirine ısındırdı.” (Enfal 8/63)
İmanı sevdirmiş bize…
Onu kalplerimize nakşetmiş…
İnkarı, yoldan çıkmayı ve günahı çirkin göstermiş kalplerimize… (Hucurât 49/7-8)
Yani kalpler, Allah Teala’nın ölçülerine bağlılık doyumuna ulaşmış…
Kalplerin birbirine ısınması böyle gerçekleşmiş.
Kardeşlik böyle gerçekleşmiş.
Resûlullah Efendimiz (sas), “Cahiliye” diye nitelenen toplum içinden, vahyin ışığında, Cenab-ı Zülcelal’in işaretleriyle, yardım ve lütfuna sığınarak, adeta engin bir “kalb işçiliği” ile bu toplumu inşa etmiş.
Aşiret asabiyyetini aşmış.
Kavmi asabiyyeti aşmış.
Renk, ırk dil asabiyyetini aşmış…
Mal, mülk, evlad-ü iyâl asabiyyetini aşmış…
“Arab’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur, üstünlük ancak tavka iledir” ölçüsünü, kalplere kazımış… Arap olduğu halde kavmî asabiyyeti dışlamış, kaliteyi, takva gibi, Yaratan’la bağlılığı en öne alan bir insanlık kıvamına bağlamış.
Heybetinden ürkenleri, “Ben Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” diye teskin ederek yola çıkmış.
“Başınıza, kuru üzüme benzeyen bir Habeşli geçse bile, ona itaat ediniz” diyerek, toplum yönetiminin zirvesinin bile belli statülere münhasır olmadığını ilan ederek yola çıkmış.
Savaşta amcasını öldüreni, hatta amcasının ciğerini çıkarıp ağzında çiğneyeni affederek, kendi duygularının üzerine yürümüş…
Evs’in, Hazrec’in, savaş ortamında oluşmuş kinlerini yıkamış…
Mekke mü’minleri ile ile Medine mü’minleri arasında “muâhat- kardeşlik” gerçekleştirerek, mal-mülk sahipliğinin bir farklı kademede, izafi olduğunu yüreklere nakşetmiş…
İşte o noktada etrafında…
Arap Ebubekir…
Fars Selman…
Rum Süheyb…
Habeşli Bilal…
El ele tutuşmuş, ümmeti oluşturmuş.
Bu bir iman topluluğu…
“İslâm bir toplum inşa ederse böyle eder.” hükmünü tarihe kazımış.
Bir gün, o kutlu Elçi’nin etrafındaki mü’minlerden, Ebu Zer (ra) Bilal-i Habeşi’ye “Kara kadının oğlu” diyecek olmuş… Bilal çok üzülmüş. Olay Resûlullah’a intikal etmiş. Resûlullah da çok üzülmüş buna. Ebu Zer’i çağırmış ve ona üzüntüsünü bildirmiş. Söyledikleri şu söz İslâm’ın insanlık ölçüsü olarak anıtlaşmış:
“Ey Ebû Zer! Beyaz kadının oğlunun, kara kadının oğluna bir üstünlüğü yoktur.”
Ebu Zer, söylediği sözün vehametini çoktan anlamış olarak, başını yere kumların üzerine koymuş, sonra şöyle söylemiş:
-Bilal, bu başın üzerine ayaklarıyla basmadan başımı yerden kaldırmayacağım.”
Bilal, bunu yapmamış, kolundan tutmuş Ebu Zer’in ve ayağa kaldırmış. Resûlullah’ın huzurunda aşkla kucaklaşmışlar.
İşte bu…
İslâm’ın yanlışa ve doğruya getirdiği ölçü bu.
Kişiliklerin tahliyesi (تخليه) ve tahliyesi (تحليه)…
İslâm, Müslümanlar arasında bu “Kardeşlik” kıvamını temin etmek için iki şey yapmış. Yani bir anlamda kişilikleri “tahliye (تخليه)/arındırma, boşaltma”ya, ve “tahliye (تحليه)/süsleme, donatma”ya yönelmiş.
Bir: İnsanları, kardeşliğe mani olacak duygu ve yönelişlerden arındırmayı amaçlamış.
İki: İnsanlarda, kardeşliği yüreklerde pekiştirecek hususiyetler inşa etmeye yönelmiş.
Şunlardan arındırmak istemiş insanları:
Gıybet. Yani mü’min kardeşinden, onun sevmeyeceği bir şeyle bahsetmek.
Kur’ân gıybeti, ölmüş kardeşinin etini yemeye, yani tiksinti verici bir şeyi yapmaya benzetmiş. Bundan şunu anlamak mümkün: Gıybet, içinizde mü’min kardeşinizin sevgisini öldürmek ve ondan sonra da konuşarak onun ölmüş bedeninin etini çiğnemek gibi bir şey… “Tiksindiniz değil mi?” diye sarsıyor bizi Halık-i zül celal. (Hucurât 49/12)
Bir ibret hadisesi:
Bir gün Hazreti Aişe, Resûlullah’ın yanında Safiyye validemizden, onun kısa boylu olduğunu ima eden bir sözle bahsediyor. Resûlullah Hazret-i Aişe’ye:
“Öyle bir söz söyledin ki, diyor, o söz denizin suyuna karışsa o denizi ifsad ederdi.”
Ne ürpertici bir durum değil mi?
Bilmeden konuşmak. İnsanlar hakkında bilgi sahibi olmadan konuşmak, Kur’ân ölçüleriyle bağdaşmıyor.
“İyice bilmediğin bir şeyi söyleme. Arkasına düşme. Zira kulak, göz, kalb, bunların hepsi yaptıklarından sorumludur.” (İsra 17/36)
Su-i zan. İnsanlar hakkında gelişi güzel zan ve tahminlerde bulunmak. Bu da Kur’ân ölçülerine aykırı.
“Ey iman edenler zannın pek çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı büyük günahtır.” (Hucurât 49/12)
Alay etmek. Kur’ân göz kaş işaretiyle bile bir insanla alay etmeyi, mü’min kişiliğine yakışmayacak davranışlar arasında sayıyor.
“İnsanları sözle ve göz kaş işaretiyle alay edenlere yazıklar olsun.” (Hümeze, 104/1)
Söz getirip götürmek.
Bir Müslümana sövmek, hakaret etmek fısk, onunla savaşmak küfür olarak nitelenmiştir.
Bir Müslümanın kanına, ırz ve namusuna dokunmak.
İftira atmamak. (İftira gıybetten daha ağır bir suçtur ve bir müslümanda olmayan şeyi ona isnad etmek anlamına gelir.)
Buğz ve düşmanlık etmek.
Bir Müslümanla münasebeti kesmek, ona yüz çevirmek.
Müslümanı hor görmek. Küçük görmek.
Kendisini büyük görmek.
Kıskançlık duymak. Yani onda var, bende yok duygularına kapılmak.
Hased etmek. Yani bir Müslümanda olan şeyin heba olmasını istemek.
Tecessüs. Yani bir müslümanın ayıplarını noksanlıklarını araştırmak yasaklanmıştır.
Başkasının işitmesini istemediği bir sırrını dinlemeye, öğrenmeye çalışmak.
Bir başkasına karşı herhangi bir şeyle övünmek.
Zulmetmek.
Bir başkasının pazarlığını bozmak.
Kötü lakap takmak.
Bir Müslümanın başına gelen musibetten dolayı sevinmek.
Resûlullah buyuruyor: “Kardeşinin başına gelen musibete sevinme. Allah ona rahmet eder, onu kurtarır, seni mübtela kılar.”
Hile yapmak.
Sözünden dönmek,
Yalan yere vaad etmek.
Emanete riayet etmemek.
İyiliği başa kakmak.
Müslümanlar arasına husumet, fitne ve fesat düşürmek.
Topluluk içinde fısıldaşarak konuşmak.
Gösterişte bulunmak.
Bir Müslümana kafir demek.
Müslümanlarla niza etmek. Tartışmada haddi aşmak.
Elinden ve dilinden bir başkasının zarar görmesi.
Bütün bunlar, kardeşleşme yolunda Müslüman kişiliğini yaralayan davranış özellikleridir ve Müslüman, kişiliğini bunlardan arındırmak durumundadır. Kur’ân’da Hucurât Suresi’nde, “Müslümanlar arası ilişkiler” konusunda çok net ölçüler vaz’edilmiştir. Yine yukarda zikrettiğimiz davranış biçimleri, Resûlullah Efendimiz’in hadis-i şeriflerinde yer almıştır.
Sıhhatli kişilik inşası için
Bunun yanında, kardeşliği yüreklerde pekiştirecek hususiyetlerin inşası da, yine gerek Kur’ân’ın, yani kelam-ı ilahînin, gerekse Resûlullah Efendimiz’in kutlu ölçüleriyle gerçekleşmiştir.
Bunların başında, “Allah’a sımsıkı sarılmak” (Hac, 78) ve “Allah’ın ipine toptan sımsıkı sarılma ve parçalanıp ayrılmama” (Âl-i İmrân, 3/103) çağrısı gelir. İşin sırrı oradadır. Elleriniz kime veya neye tutunmuştur? Kalbleriniz nerede buluşmuştur? Allah Teala’ya sarılmak ve Allah’ın ipine tutunmak, sizin için ne anlam ifade etmektedir? Bunlar, dünya ve ukba muhasebesinin en merkezindeki sorulardır. Bunları düşünmeden oluşacak tüm bağlılıklar, aidiyetler, tutkular, asabiyyetler, yanlış yollara sürüklenmeye açıktır. Bütün bağlılık ve aidiyetleri, bütün heyecanları ve aşkları, “Allah Teala ile bağlılık” etrafında sıralamak gerekiyor. Müslümanın ana kişilik dokusu böyle örgülenmek zorundadır.
Allah’a ve Resûlü’ne itaat yanında, hemen “Niza etmeme, birbiriyle didişmeme” gereğini hatırlamak, bunun mü’minleri zayıf düşüreceğini, mü’minlerin gücünün, kuvvetinin rüzgarının, hatta devletinin gideceğini unutmamak, zorlu sınavlarda sabra yapışmak… Kur’ân, “Birbirinizle didişirseniz, rüzgarınız gider”(Enfal, 8/46) diyor. Bunu bir müfessir “Devletiniz elden gider” şeklinde tefsir ediyor. Son yüzyılda, iç didişmelerin Müslümanlara nasıl devletler kaybettirdiğine bakıldığında bu tefsirin çok da yabana atılır bir mahiyet taşımadığını görebiliriz.
Mü’minlerle ilişkide, tevazuu öne çıkarmak, kardeşlik iklimini besleyen bir başka Kur’ân öğüdü. “Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı izzetli, onurlu bir duruş…” (Maide 5/54) Ya da “Kafirlere karşı çetin duruşlu, birbirine karşı merhametli…” ilişki… yani şu değil: “Kafirlerle ilişkide son derece müsamahakar, birbiriyle ilişkide çetin…” değil.
Mü’minlerle ilişkide, ötekinin kişiliğine değil, günahına, yanlışına karşı olmak ve onu yok etmek değil, onu yanlıştan arındırmak ilkesi ile hareket etmek. Yani ötekini yok etme değil, kurtarma yaklaşımı içinde bulunmak.
Ve dua… Bütün mü’minlere karşı dua halinde bulunmak… kalblerimizin mü’minlere karşı mağfiret talebi içinde olması, kinden arınması için dua.
Şu ayet bu duayı öğretiyor bizlere:
“Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla. Mü’minlere karşı kalbimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz. Şüphesiz sen, çok şefkatli, çok merhametlisin.” (Haşr 59/10)
Kalblerimizi, buğzu ve sevgiyi Allah için yapabilme olgunluğuna eriştirmek. Nefsi duygularla buğza yönelmemek.
Bütün bunların özeti ise, şefkatte, sevgide, rahmette, sevinçte, acıda bütünleşmiş, Allah Teala’nın “Vedud” ismi şerifinden emişen meveddeti ve “Rahim – Rahman” ismi şerifinden emişen merhametleşmeyi, insan ilişkisi ve toplum inşasında ana doku haline getirmiş bir şahsiyet arayışıdır.
Allah Resûlü’nün (sas) şu hadis-i şerifini unutmadan:
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de tam iman etmiş olmazsınız.”
Ve terbiye
Şu yukarda saydığımız kişilik özelliklerini, hem tahliye/arındırma, hem tahliye/donatım boyutunda kazanmak için kararlı bir kişilik terbiyesine ihtiyaç bulunduğu açıktır.
Çünkü bunlar, ancak yaşanabildiği takdirde, kardeşliği özümsemiş bir Müslüman kişiliği ve bir Müslüman toplum inşası mümkün olabilir.
Buda, nefsi, bu umdeler çerçevesinde terbiye etmekle sağlanabilir. Terbiye için de günün 24 saatini bu hassasiyet içinde yaşamak ve her an nefsimize, mü’minlere karşı muhabbeti telkin etmek zarureti vardır.
Terbiyenin özünde de her mü’mini, kendi bünyemizin bir parçası gibi kabul etme hassasiyeti olmalıdır. Kalbden kalbe akış varsa, bu sağlanabilir. Onun için kalblerimiz birbirimize akış sağlayacak vasıfta yoğurmak gerekiyor.
Bugün, müminlerin rüzgarı yok, devletleri sarsılıyor, ümmet, Resûlullah Efendimiz’in inşa ettiği ümmetin hacmiyle ölçüldüğünde binlerce kat büyüklüğünde ama özgül ağırlık açısından ölçüldüğünde büyük zaaflar içinde…
Niye?
Çünkü Resûlullah Efendimiz etrafındaki kardeşlik keyfiyetine sahip değil. Kardeş olmuş ve birbirinde fani olmuş bir ümmet haysiyeti… O olsa, her şey olacak. O olsa, birimiz bin olacak. O olsa, melekler yardıma koşacak. O olsa, Allah’ın rahmet eli ümmetin üzerinde olacak. “Bünyan-ı marsus- tuğlaları sıkı dokunmuş duvar” gibi olsa İslâm ümmeti, “Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz, bu yol ki Hak yoludur dönme bilmeyiz yürürüz” diyebilen bir celadet topluluğu olur. “Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez” diyebilen bir şehamet topluluğu olur.
“İslâm Ümmeti” deyince bir “mazlumiyet coğrafyası”nı değil, bir medeniyet hamlesini konuşuyor oluruz.
Son söz
Yüreklerimize bakalım. Ne hissediyoruz şarktaki garptaki mü’min için? Ne hissediyoruz Rabbimizle ilişkimizi değerlendirdiğimizde? Ne hissediyoruz kalbimizle aklımız ve nefsimiz arasında dolaşırken?
Resûlullah’a lâyık bir ümmet.
Yarın mahşer ortamında aranacak olan budur.
Ve Müslüman, mahşer ortamını asla unutmayan ve her davranışının orada hesabını verebilme hazırlığında olan insandır.
Ahmet Taşgetiren
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ekim-Aralık 2018/8 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com