Tasavvufi terbiyeyi ifade eden seyrüsülûkun bir şehadet arayışı olup olmadığına dair soruyu cevaplayabileceğimiz farklı perspektifler mevcuttur. Bu perspektiflerin ilk öbeği bir ilim dalı olarak tasavvufun konusu, gayesi, metodolojisini ve kavramlarını zaviye olarak seçerken diğeri ise İslâm tarihi boyunca ehl-i tasavvuf veya ehl-i tarîk olarak adlandırılan grupların cihad eğilimlerinden konuya bakacaktır. Bu iki perspektifin ilki manevî şehitliğe dahil edilebilecek bilumum ihtimalleri içermektedir. Zira şehid olmayı arzu edip yatağında ölenin şehid sevabı alacağını ve şehidlik sevabına denk başka amellerin bulunduğu hadis kitaplarında geçmektedir. İkincisi ise ilk anlamıyla, Allah rızası için savaşan ve öldürülen şehitliği kapsamaktadır.
Konunun kavramsal çerçevesinde öne çıkan şehadet, lügatte bir söze veya olaya tanıklık etmeyi; literatürde ise Hak yolunda ölen/öldürülen Müslümanı ifade etmektedir. Seyrüsülûk ise Allah için yapılan manevi yolculuğu anlatır. Bu yolculukta sâlik, Allah’ın enfüs ve âfaktaki, yani kendindeki ve dış alemdeki kevnî âyetlerine tanıklık ederek Hakk’a ulaşmaya çalışır. Hak yolunda öldürülmekle Allah için yapılan yolculuk arasında yol imgesinin ortaklaştığı ilk bakışta fark edilecektir.
Tasavvufun konusu; Allah, alem ve insan arasındaki irtibatın tahalluk ve tahakkuk gayesiyle kavranması ve yaşanmasıdır. Tahalluk insanın diğer insanlarla ve içinde yaşadığı alemle irtibatını; İslâm ahlâkının ilkeleri doğrultusunda gerçekleştirmesidir. Tahakkuk ise insanın; Allah’ın fiilleri, sıfatları, isimleri ve Zât’ı ile olan irtibatını ifade eder. Tasavvufun gayesi ise insân-ı kâmil yetiştirmektir. Tam da bu manada Hac Sûresi 78. âyete göre şehidin bir tanımı “Allah’ın iradesine uygun biçimde yaşayan kâmil insan” şeklindedir. Tasavvuf düşüncesine göre insân-ı kâmil hem ahlaki olgunluğa işaret ederken hem de Allah’ın isimlerine tecelligah olmayı ifade eder. Yaratılmışlar arasında her bir şey kendi kabiliyetince Allah’ın bir veya birkaç ismine ayna olabiliyorken, insan Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına ayna olabilecek kabiliyette yaratılmıştır. İşte bu isimlerden bir tanesi de Hak Tealâ’nın eş-Şehîd ismidir ki sâlikin arzuladığı tecellilerden birisi de budur. Neticede Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşayan insan için Allah yolunda olmak ve Allah yolunda ölmek arzulanacak bir şeydir. İşte bu talep, kişi madden şehit olmasa da kendisine şehitlik derecesi verilmesinin anahtarıdır. Zira Peygamber Efendimiz (sas) hadis-i şerifte “Kim samimi bir şekilde şehit olmayı dilerse, yatağında ölse dahi Allah (cc) onu şehitler mertebesine ulaştırır.” buyurmaktadır. Allah’a kavuşma ümidiyle ölümü arzulamadaki sadakat, Kur’ân-ı Kerîm’e de yansımış “Allah’ın dostları bizleriz” diyen Yâhûdîler’e “De ki: ‘Ey Yahudiler! Başka insanlar değil, yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve şayet sözünüze sadıksanız haydi ölümü temenni edin!’” şeklinde cevap verilmiştir. Dolayısıyla Seyrüsülûkun nihaî hedeflerinde olan velâyetin/Allah dostluğunun alameti, Allah için ölümü arzulayabilmektir.
Seyrüsülûk; sâlikin gözünde dünya ve nimetlerini değersiz hale getirmekte, ölümü kolaylaştırmaktadır. Ölüme hazırlık, tasavvufi terbiyede önemli bir yer tutmaktadır. Sûfî taifenin öncüleri, Hz. Peygamber’in (sas) “Lezzetleri yok eden ölümü çokça anın!” hadisine ittiba etmek gayesiyle rabıta-ı mevt veya tefekkür-i mevt denilen bir temrin ihdas etmişlerdir. Buna göre her bir sâlik (aslında her bir mümin), dünya sevgisine kapılıp Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uymayan hatalar yapmamak için kendini muhasebeye çekmeli, ölümü düşünmelidir.
Tasavvufun yöntemi ise tek bir kavramla ifade edilecek olursa mücâhededir. Mücâhede, Allah rızasına ulaşmak ve nefsi terbiye etmek için girilen her türlü mücadelenin adıdır; malı, canı ve hayatı Allah’a adamaktır. Burada dikkat çekilmesi gereken durum ise cihâd kelimesi ile mücâhedenin aynı kök harflerden oluşmasıdır. Bilindiği üzere aynı kök harflerden oluşan kelimelerde anlam ortaklığı vardır. Kanaatimizce cihâd, ancak nefsi ile mücâhede/mücadele edenlerin tutabileceği bir yoldur. Hz. Peygamber’in bir savaş dönüşünde söylediği rivayet edilen “Küçük cihaddan (savaş) büyük cihada (nefisle mücâhede) dönüyoruz” sözü, nefisle mücadeleyi, cihada üstün tutmak şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu söz, nefisle mücadelenin biteviye sürüp gitmesi gerektiğini anlatmaktadır. Çünkü hayat imtihanı son nefese kadar sürecektir. İbn Kayyım el-Cevzî, olası yanlış anlamaların önüne geçecek şekilde “Mücahid nefsiyle cihad edendir.” hadisine dayanarak nefisle mücadeleyi, düşmanla savaşmanın mukaddimesi ve aslı saymıştır. Buna göre dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak konusunda nefsiyle mücâhede edemeyen kimse, düşmanla cihâd edemez. Cihadı konu edinen ayet-i kerimelerde malla cihadın canla cihâddan önce zikredilmesi de bu fikri delillendiren en sağlam argümandır.
Fizikî alemde yapılan mücâhedenin metafizik alemdeki çıktısı marifetullah ve müşâhede olup bu kavramlar yer yer birlikte kullanılmaktadır. Şehîd ve müşâhede kelimeleri de aynı kök harflerden oluşmaktadır ve aralarında anlam ortaklığı vardır. Mücâhede ve müşâhede arasındaki ilişki, tahalluk ve tahakkuk arasındaki çift taraflı sebep sonuç ilişkisini ve biteviye devam eden devr-i daimî gözler önüne sermektedir. Zira mücâhede neticesinde müşâhede ve marifetullaha erişen bir kimse, muhatap olduğu ilâhî tecelliler neticesinde neticesinde ahlaki vazifelerini aşkla deruhte etmeye başlar ve mücâhedesini güçlendirir. Bunun gibi Allah yolunda canını veren şehid, eriştiği nimetlerden dolayı tekrar dünyaya gönderilip Allah yolunda savaşmayı ve şehid olmayı dilemektedir: “Ölüp de Allah katında hayırlı bir mertebeye erişen kullar içinde, şehitten başka hiç kimse -kendisine içindekilerle birlikte dünya verilecek olsa bile- yeniden dünyaya gelmek istemez. Şehit, şehitliğin ne kadar üstün bir mertebe olduğunu gördüğü için, dünyaya dönüp bir kez daha şehit olmak için can atar.”
Bir diğer perspektiften bakılacak olursa tasavvuf, kendisine nimet verilenler zümresinde olma arayışıdır. Malum olduğu üzere her rekâtta günde 40 defa okunan Fatiha Sûresi’nde bütün müminler “Bizi dosdoğru yola ilet! Nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da dalâlete sapmışların yoluna da değil!” şeklinde dua etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’e göre nimete erdirilenler zümresi şunlardır: Nebîler, sıddıklar, şehitler ve salihler. Dolayısıyla salih insan yetiştirmek gayesinde olan Seyrüsülûk, bir bakıma şehitlerle beraber anılma ve ahirette onlarla beraber olma mücadelesidir.
Seyrüsülûk, bir şehadet arayışı mıdır sorusuna verilecek cevabın ikinci perspektifi ise olgusal ve sosyolojiktir. Yani Seyrüsülûk eden Müslümanların cihad söz konusu olduğunda bir vakıa olarak nasıl aksiyon gösterdikleri, sorunun cevabıdır. İslâm tarihine bakıldığında tasavvufun iki ana sütunu olan tahalluk ve tahakkuku hayatının konusu; insân-ı kâmil olmayı hayatının gayesi haline getiren ve bu gaye uğrunda mücâhede eden sâliklerin, dini-askeri hüviyete sahip ribatlarda istihdam edildikleri görülecektir. “Düşman saldırılarını önlemek için sınır boylarında nöbet tutmak” anlamındaki ribât, Kur’ân-ı Kerîm’de “cihâd için hazırlanın” şeklinde ifadesini bulmaktadır. Bir ilim dalı olarak tasavvuf adının anılmaya başladığı 9. yüzyıldan itibaren, İslâm beldelerinin sınır boylarındaki ribatlar, askerî kimliğinin yanında tasavvufi bir kimlik de kazanmıştır. Bir bakıma halvethane, bir bakıma zikir meclisi olan bu yapılar tekke hüviyeti edinmiştir. Elbette bu kalelerde dünya nimetlerinin birçoğundan ve nefsin süfli isteklerinden yüz çevirmiş mücâhidlerin nöbet tutabileceği izahtan varestedir.
Bahsi geçen yüzyıllarda İran bölgesinde onlarca ribât inşa ettiren; sâliklerini Anadolu ve Filistin’de haçlı ordularına karşı cihâda davet eden Ebû İshak Kazerûnî, Yeniçeri Ocağı’nda bir dönem Bektaşi dervişlerin istihdam edilmesi, Kafkaslar’da Ruslara karşı savaşan Müridizm hareketi ve Nakşibendiyye tarikatına intisap ettiğ bilinen Şeyh Şamil Basayev, Kuzey Afrika’da Fransız sömürgesine karşı direnen Senûsîler ve Ömer Muhtar, Filistin cephesinde savaşmak üzere Konya Mevlânâ Dergâhı Şeyhi Veled Çelebi tarafından kurulan Mücâhidîn-i Mevleviyye Alayı, Gülşeni şeyhleri Şeyh Hüsnü ve Şeyh Enver Efendilerin tekkelerini Milli Mücadele Karargahı olarak tahsis etmeleri, Hacı Bektaş Dergahı şeyhi Ahmed Cemâleddin Efendi’nin gönüllü bir birlik kurarak Doğu Cephesi’ne göndermesi, Kurtuluş Savaşı’nın sembollerinden olan Özbekler Tekkesi’nin Anadolu’ya silah ve mühimmat sevk eden bir merkez olması, siyonist zulme baş kaldıran sûfî İzzeddin el-Kassâm Tugayları, seyrüsülûk, cihâd ve şehadet arasındaki müspet irtibatı gösteren olgusal delillerdir.
Son olarak İran’da şehid edilen Hamas Lideri İsmail Heniyye’nin bir röportajındaki şu ifadelerle yazımızı tamamlamak istiyoruz: “Babam, sufî idi; tarikat şeyhiydi. Evimizde daima sufîleri misafir eder ve zikir meclisleri kurardı. Çocukluğumda böyle bir iklimde büyüdüm. Evimize yakın bir tekke vardı. Babam o tekkenin şeyhiydi, ben de oradaki zikir meclislerine katılırdım.”
Netice-i kelam ölümden kaçışın olmadığı bu alemde seyrüsülûk; Allah’ın afak ve enfüste gösterdiği kevnî âyetlere şahit olma, Allah yolunda olma ve Allah yolunda ölme, şehit olma ve şehitlerle beraber olma arayışıdır. Seyrüsülûk, şehadete giden yoldur ve ancak bazıları ulaşır…
Mademki ölüm herkesin başında,
Şehadet bir taçtır şehit başında…
Hamit Demir
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ekim-Kasım-Aralık 2024/32. Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 544 76 96
www.siyerdergisi.com