İhvane’ş-Şeyâtîn/Şeytanların Kardeşleri ifadesi, çok önemli bir nitelendirmedir ve öyle her önüne gelene karşı kullanılamayacak kadar da ağırdır. Peki, bu ağır ve önemli ifadeyi neden biz kullanma ihtiyacı hissettik? Öncelikle şunu söyleyelim ki; bu ifade bize yada başka birine ait bir ifade değil, Kur’an’ın kullandığı bir nitelendirmedir. O halde sorumuzu şöyle düzeltelim; Kur’an bu ağır ifadeyi kime karşı kullanmış olabilir? Hakikati inkâr edenlere mi? Allah’ın bir rahmet vesilesi olarak gönderdiği mesajlara karşı duyarsız davrananlara mı? Gelen elçileri katledip, kitaplarını tahrif ve tebdil edenlere mi? Allah’a karşı savaş açanlara mı? Büyüklük taslayıp, rablık iddiasında bulunan sahte ilahlara mı? Günah bataklığında yüzenlere mi? Günahına meşru kılıflar bulup, tevbe edeceği yerde, yaptığı yanlışları savunanlara mı? Faiz, içki, kumar, zina ve daha başka yasaklara karşı sınır tanımayanlara mı? Bu listeyi uzattıkça uzatalım; eğer ilgili ayeti bilmiyorsak, inanın en son sıraya yazacağımız bir eylemi Allah (c.c.) şeytanlarla kardeş olmak gibi ağır bir ifade ile nitelendirir. Öyleyse daha fazla sözü uzatmadan söyleyelim; Rabbimiz bu ifadeyi israf edenler için kullanır.
İsra Sûresinin 26 ve 27. ayetlerinde Rabbimiz şöyle buyurur: “Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Çünkü amaçsız yere saçıp savuranlar ihvane’ş-Şeyâtîn/şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.”
Görüldüğü gibi Kur’an amaçsız yere saçıp savuranlarıı, yani israf edenleri böyle ağır bir ifade ile nitelendirir. Peki, neden Rabbimiz duyanların tüylerini ürpertecek kadar dehşetli olan bu ifadeyi, israf edenler için kullanmış olabilir? Âcizane bunun iki temel sebebinin olduğunu düşünüyoruz.
İlki: Her israf eden, amaçsız yere saçıp, savurduğu şeylerin asli sahibi olarak kendisini zan eder. “Benim değil mi istediğimi yaparım” zihniyeti ile emanetçi olduğunu unutur, farkında olarak yada olmadan Allah’a ait bir hakkı kendi insiyatifindeymiş gibi görür. Haddini aşar, sınırları ihlal eder, ademin rolünü oynayacağı yerde, iblisin rolünü oynar ve şeytanlara kardeş olur.
İkincisi: Her israf edenin amaçsız yere saçıp savurduğu şey, aslında birinin hakkının ihlalidir. Çünkü yaratılan hiçbir şey başıboş ve amaçsız değildir. Öyleyse insan kendine emanet edilen her bir şeyi asıl hak sahibine vermekle sorumludur. Dolayısı ile amaçsız yere harcadığı her şey başka birinin hakkını gasp etmektir. Hak ihlali ise Allah katında insanı zor duruma düşüren en önemli alandır. Bu alanda sınırları ihlal eden ve bunu bir tabiat haline getiren elbette şeytanlarla aynı yolda yürümeye başlayacak ve onlara kardeş olacaktır. İşte bu iki temel sebepten dolayı Kur’an bu ağır ifadeyi israf edenler için kullanmıştır.
Burada israf kavramı üzerinde biraz olsun durmak gerekiyor. Ne yazık ki, birçok İslamî kavram gibi biz israf kavramının da anlamını daraltmış ve bunu sadece mal, mülk, eşya, para, yiyecek gibi maddelerle sınırlamışızdır. Elbette bunlarda israftır ve bu alanlarda hepimizin hayatında az yada çok israflar mevcuttur. Ama unutmamamız gereken temel bir nokta vardır ki, israf hayatımızın her alanında amaçsız olarak harcadığımız tüm nimetler için geçerlidir. Başta mal, mülk, eşya olmak üzere zaman, ömür, sağlık ve daha nice şeylerde de israf olmaktadır. Bize düşen ellerimizdeki tüm nimetlere karşı büyük bir sorumluluk bilinci ile hareket etmektir.
Fırat’ın kenarında abdest alıyor olsak bile, o suyu israf etmemekle bizi yükümlü tutan bir dinin mensupları olarak; başta sofralarımızda olmak üzere, evlerimizde, işlerimizde, okullarımızda yaptığımız israfları görüp, bunların önüne artık bir set çekmemiz gerekmiyor mu? Dökülen yemekler, ziyan olan ekmekler, boşa akıtılan musluklar, gereksiz yere yanan lambalar, lüzumsuzca tüketilen benzinler, asmak için yer bulamadığımız elbiseler, oturacak yer bulamayacak kadar evlerimizi işgal eden eşyalar, yıllardır sakladığımıza rağmen daha kutularından açmadığımız yığınla araç-gereçler ve daha neler neler acaba bizi yavaş yavaş Kur’an’ın bu ağır ifadesinin muhatabı olmaya götürmüyor mu?
Ya israf ettiğimiz zamanlara ne demeli! Televizyon ve internet karşısında öldürülen zamanlar, fındıkkabuğunu doldurmayacak meselelere ayrılan saatler, cihad(!) ediyoruz diye sabahlara kadar süren tartışmalar, toplantı yapıyoruz diye yapılan laf gebelikleri, evde bizlerin yüzlerine hasret çocukların zamanlarından çaldığımız vakitleri sigara dumanları altında havaya savurmalar, acaba bizleri o ifadenin muhatabı olmaya doğru götürmüyor mu?
Bir şeyi samimiyetle itiraf edelim ki; israf hayatımızı tamamen kuşatmıştır. Bugün zamanın yetmediğinden şikâyetçi olan bizler, ellerimizi vicdanlarımıza koyarak yeniden bir muhasebe yapmak zorundayız; yetmeyen zaman mı, yoksa gereksiz yere harcadığımız şeyleri karşılamak için bir ömür tükettiğimiz nefesler yada amaçsızca saçıp-savurduğumuz vakitler mi?
Bize emanet edilen her şeye yazık ediyoruz, kıymet bilmiyoruz, üreteceğimiz yerde tüketiyoruz. Adem ile kardeş olmak varken, şeytanlarla kardeşliği tercih ediyoruz. Sahi şeytanlarla kardeş olanların akıbetlerini bilmiyor muyuz?
Muhammed Emin Yıldırım