İnsanlık ailesinin en bahtiyarları hiç şüphesiz peygamberlerden sonra,onlara havari ve sahabî olanlardır.Onlar, peygamberlerin sohbetlerinde bulunmuş, vahyin inişine şehadet etmiş; yaptıkları her iş, ya doğrudan Allah (c.c) tarafından bizzat övülmüş ya sessiz kalınarak/sukût ile onaylanmış ya da ikaz edilerek yanlış olan davranışları düzeltilmiştir.Bu halleriyle de onlar Allah’tan razı, Allah da onlardan razı olmuştur.(Beyyine Sûresi, 98/8)
Gönderilen tüm peygamberlerin az ya da çok ashabı olmuştur.Ama bu konuda en nasipli olan peygamber, hiç şüphesiz âlemlere rahmet olarak gönderilen Son Nebi’dir. Efendimiz (sas) kırk yaşlarında Hira mağarasında ilahî vahye muhatap olup, o ilk şoku üzerinden atar atmaz, kendine Haticesi’ni sahabî olarak edinmiş, ardından o gün için on yaşlarında olan Ali ile bu işi devam ettirmiş, daha sonra otuz sekiz yaşlarında Ebû Bekir ile ziyadeleşen o halka yüz binlerle ifade edilen bir rakama ulaşmıştı.Efendimiz (sas) Kur’an’dan aldığı ilham ile kurduğu nebevî potada bu talebelerini öyle bir yetiştirmişti ki 1500 senedir iman adına ve iman namına yürümek isteyen her Müslüman’a onlar ilham kaynağı olmuş ve olmaya da devam edecektir.Çünkü sahabe nesli, Müslümanlığımızın aynalarıdır. İdeal Müslümanlık ancak onların aynasından görünür.Yine o kutlu nesil, sarsıntı içerisinde olanlara sabit dağlar, yolunu kaybedenlere yol bulduran nehirler, yönlerini şaşıranlara yön gösteren yıldızlardır. Hâl böyle olunca, onlar üsve-i hasane/ en güzel örnek olan Kutlu Nebi’nin mübarek ellerinde yetişerek hayatın her alanında ve her anında bize yol gösteren rehberler, örnek olan modeller, hedef belirleyen kametler, ümit tohumları eken çiftçiler ve dizlere derman olan büyüklerdir. Biz onlardan çok şey öğrendik ve daha çok şey öğreneceğiz. Onlar, bize ihtiyaç duyduğumuz ya da ihtiyacımız olmasına rağmen farkında olmadığımız nice şeyleri hem hatırlatır hem de öğretirler. İşte onların bize öğrettikleri en önemli değerlerden birisi de Efendimiz’e (sas) duyulması gereken sevginin nasıl olması gerektiği meselesidir. Hz. Peygamber ile aynı zamanı ve aynı mekânı paylaşan o bahtiyarlar, sevgi meselesinde öyle bir kamet/duruş ortaya koymuşlardır ki açıkça itiraf etmek gerekir ki, taklidi mümkün olmayan, varılması çok güç olan ve bir daha aynı düzeyde bir destanın yazılması çok zor olan bir seviye yakalamışlardır. Ama değil mi ki hedef onların koyduğudur; müminlere düşen o menzile, o hedefe ulaşamasa bile o noktaya doğru yürümektir. Zaten asıl amaç ve gaye o ızdırap ile yürümek değil midir?
İşte bu ızdırabın bir neticesi olarak Ashab-ı Kiram Efendilerimizin Hz. Peygamber’i (sas) nasıl sevdiklerini öğrenip, onların o büyük dünyalarından kendi küçük dünyalarımıza izler taşımak istiyoruz.
Hiç şüphesiz bu, çok da kolay bir konu değildir. Nübüvvet bahçesinin gülleri olan o mümtaz şahsiyetlerin hemen hemen hepsinin sevgi ve sevda itibari ile hayatlarında izler bulmak mümkündür. Böyle olunca da onlardan birini seçip, birini bırakmak; bazılarını nazara verip diğerlerine değinmemek, onları incitmeme hassasiyetini taşıyan bizler için oldukça zor bir meseledir. İşin daha zor bir tarafı daha var ki onu da burada belirtmek zorundayız. Ashab-ı Kiram Efendilerimizden öğrendiğimiz her örnek davranış bizi daha fazla sorumluluk altında inletecek; “Ey bu ümmetin en salihleri! Bizi hiç mi düşünmediniz? Hiç mi aklınıza gelmedi? Öyle hayatlar yaşadık ki bizden sonra hiç kimseler bu hayatların aynısını yaşamaz/yaşayamaz?” demediniz ve bizi, yüreklerinizi yakan o sevda ateşi ile yaktınız. Demek ki bu meselede iki zorluk ile karşı karşıyayız. Onlar içerisinde seçim yapmak zor; onları anlatmak, yazmak da zor, onlar gibi kamil manada yaşamak daha da zor… Ama tüm bu zorluklara rağmen bu mühim meseleyi yine de dilimizin döndüğünce, yüreğimiz dayandığınca ve aklımızın erdiğince anlamak ve anlatmak zorundayız.
Peki, nasıl anlayacağız? İlk zorluk olan sahabîlerin seçim meselesini, bir demet örnek şahsiyet belirleyerek aşmaya çalışacağız.Ümmetin yüz akı olan dört büyük halifenin,Efendimiz’e (sas) olan sevgilerine dair kısa bazı tablolar aktaracağız. Sonra sahabe içerisinde sevgi itibari ile öne çıkan birkaç tablo daha nazarlara verip, aslında ashabın tamamının böyle bir sevdaya sahip olduğunu hiç unutmayacağız.
İkinci zorluğa gelince; o konuda söylenecek hiçbir şey yoktur. Elbette o büyük adımları öğrenip, o adımların aynısını atmanın mücadelesini vereceğiz.“Yürümekle varılmaz, ama varanlar yürüyenlerdir.”diyecek; o kutlu şahsiyetlerin yolundan başka bir yol olmadığını hiçbir zaman unutmayacağız.
Öyleyse gelin Hz. Ebû Bekir’den (ra) başlayarak, sahabenin Efendimiz’i nasıl sevmiş olduklarını kısa da olsa anlamaya çalışalım.
Sıdk/Doğruluk Abidesinin Peygamber Sevdası
Hz.Ebû Bekir, bu ümmetin en büyük iftiharı, Efendimiz’in en yakın dostu, onlarca sahabînin hidayetine vesile olan ve risalet davasına sahip çıkmada herkesi bir adım geride bırakan bir şahsiyettir. Ona biz Efendimiz’in (sas) sağının adamı diyoruz.Neden bu ifadeyi kullandığımızı ilerleyen yazılarımızda söyleyeceğiz; burada hatırlamamız gereken bir husus var ki sağın adamı olmak öyle kolayca elde edilebilecek bir makam değildir. Hiçbir babayiğide böyle bir şeref nasip olmaz. Her isteyen de peygamberin sağının adamı olamaz, olsa bile ilk günden son güne kadar o duruşa gölge düşürmeden istikamet ve istikrar ile duramaz. İşte Hz. Ebû Bekir, imanı ile böyle bir makam elde etmiş ve o makamın hakkını son nefesine kadar da muhafaza etmiş yiğitlerin yiğidi olan bir sahabîdir.
Hz. Ebû Bekir’in, Efendimiz (sas) ile ilk sıcak münasebetinin, tarihe Hilfu’l-Fudul olarak geçen Erdemliler Hareketi diye bilinen; “Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana…” ifadeleriyle başlayan anlaşmanın yapıldığı gün olduğu söylenir. (İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 104 ) Bu anlaşma Hz. Ebû Bekir’in (ra) babasının amcasının oğlu olan yaşlı ve cömertliği ile meşhur Abdullah b. Cüd’an’ın evinde gerçekleşmişti. O gün yapılan o antlaşmaya, iki genç de katılmıştı. Bu gençlerden biri o gün için yirmi yaşlarında olan Abdülmuttalib’in torunu Muhammed, diğeri on sekiz yaşlarında olan Ebû Kuhafe’nin oğlu Abdullah’tı. (Hz. Ebû Bekir’in asıl isminin ne olduğu ihtilaflı olsa da en kabul gören gö-rüşe göre ismi Abdullah’tır. Künyesi Ebû Bekir ise deve yavrusunun babası anlamındadır. Daha geniş bilgi için bkz: İbn Hacer, el-İsabe, c.2, s. 310; İbn Esir, Usdü’l-Ğabe, c.3, s. 310 ) O gün orada başlayan münasebet bir daha kopmayacak bir dostluğa dönüşecek; yirmi yıl nübüvvetten önce, yirmi üç yıl nübüvvet ile birlikte tam kırk üç yıllık bir beraberliğe vesile olacaktı. Bu çok da kolay bir şey değildi. Hele bizler gibi, her gün gömlek değiştirir gibi, dostlarını ve arkadaşlarını değiştiren; bu konuda hassasiyeti olmayanların bu uzun soluklu beraberlikten alacakları çok önemli mesajları olmalıdır. Hatta tam bu noktada hayati bir ilke tespit edip bu ilkeyi kendi dünyalarımıza taşımaya çalışabiliriz. Bir adamın kumaş kalitesinin ne düzeyde olduğunu öğrenmek istiyorsak ya da bu soruya kendimizi dahil ederek şöyle değiştirelim: Kendi kumaş kalitemizin ne oranda olduğunu görmek istiyorsak, yapacağımız şey; yanımızdaki dostlara bakmaktır. Her gün gömlek değiştirir gibi dost değiştiren, yanına gelen adamları az bir zaman sonra geldikleri gibi gönderen birisinden ne kadarlık bir kalite beklenebilir ki? Bir insanın kalitesi dostlarının kadimliğinin oranında anlaşılabilir.
Beşer içerisinde, en kaliteli kumaşın sahibi olan Efendimiz’in ortaya koyduğu binlerce amelini bir tarafa bıraksak ve sadece Hz. Ebû Bekir ile kırk üç yıllık fasılasız dostluğunu dikkate alsak O’nun değer ve kıymetini öğrenmemiz bakımından yeterlidir. Elbette aynı şey, Hz. Ebû Bekir (ra) için de geçerlidir. Onun kumaşının kalitesinin ne oranda olduğu da onun dostluğunun istikrarlı oluşundan anlaşılmaktadır.
Böyle bir dostluğun sahibi olan Hz. Ebû Bekir, Efendimiz’i (sas) nasıl sevmişti? Onlarca tablodan sadece birkaçını aktarmakla yetiniyoruz.
Hz. Ali (ra) rivayet ediyor. O, Kufe’de halife iken, bir gün İslam’ın destan yazdığı o ilk günlere şahit olmayan genç nesle:
“Söyleyin bakalım:“Men eşca’ü’n-nâs?/ İnsanların en cesuru kimdir?” diye sormuştu.Soruya muhatap olan o günün Müslümanları, cesaret deyince akıllarına hep Ali geldiği için:
“Ente Ya Emir’el-Mü’minin/ Sensin Ey Mü’minlerin Emiri!” demişlerdi.
Hz. Ali : “Hayır, ben değilim. İnsanların en cesuru Hz. Ebû Bekir’dir.” demişti. Neden Hz. Ebû Bekir (ra) olduğunu merak eden o bakışları görünce, Hz. Ali anlatmaya başlamıştı: “Bizler bir avuç iman eden kardeşlerimizle beraber daha nübüvvetin ilk günlerinde Kâbe’de namaz kılıyorduk. O anda Mekke’nin kara yüzlü adamları bize ve Efendimiz’e saldırdı. Kimi Allah Resulü’nü (sas) itekliyor kimi cübbesini çekiyor kimi üzerine çöreklenmiş, O’na vuruyordu. Biz ise elimiz kolumuz bağlı hiçbir şey yapamadan sadece olanları seyrediyorduk. Bir anda baktık ki ötelerden cübbesi rüzgârda savrulan, ama gelişi ile etrafa izzet saçan biri bize doğru yaklaşıyor. Gelenin kim olduğunu merak etmiştik. O yiğitçe gelen naif bedeni ile o gün bir aslan kesilen Hz. Ebû Bekir’den başkası değildi. Koşa koşa bize doğru geliyor, kendisine engel olanları bir bir deviriyor ve Kâbe’nin duvarlarında yankılanan şu sözü haykırıyordu: “Rabbim Allah’tır dediği için mi onu öldüreceksiniz?” (Buhari, Menakibu’l-Ensar, 27)
Bu sözleri en gür sedası ile haykıran Hz. Ebû Bekir, gelip kendini o anda Mekkelilerin saldırılarına muhatap olan Efendimiz’in üzerine atıyordu.Bu sefer o kara yüzlü adamlar Efendimiz’i (sas) bırakıyor; Hz. Ebû Bekir’i ortalarına alıyorlardı ve başlıyorlardı; onu dövmeye… Yumruklar, tekmeler, hakaretler havada uçuşuyordu. Ukbe b. Ebî Muayt öfkesini alamıyor, Hz. Ebû Bekir’i yere düşürüyor; göğsünün üzerine oturuyor, eline aldığı ayakkabı ile yüzüne yüzüne vuruyordu. Ağzı, gözü, burnu dağılan Hz. Ebû Bekir daha fazla acılara dayanamıyor; oracıkta bayılıyordu. O anda kabilesi Benî Teym, olaydan haberdar oluyor, gelip Hz. Ebû Bekir’i onların elinden kurtarıyorlardı. Her tarafı kan revan içerisinde ve baygın bir hâlde evine taşıyorlardı. Hz. Ebû Bekir’in o gün için Müslüman olmamış annesi, Selma bint Sahr ya da bilinen künyesi ile Ümmü’l-Hayr, oğlunu o hâlde görünce feryat ve figan ediyor, gözyaşları içerisinde oğlunun kanlarını temizliyor ve baygın olan oğlunun uyanmasını bekliyordu. Nice sonraları Hz. Ebû Bekir gözlerini açıyor, biraz kendine gelir gibi oluyordu. Uyanır uyanmaz ağzından çıkan ilk söz: “Ma fuile bi Resullillah/Allah Resulüne ne oldu?” sözü oluyordu. Söyler misiniz böyle bir cesareti ortaya koyarak insanların en cesuru olmayı hak eden Hz. Ebû Bekir değil de kimdir?” (İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, c. 3, s. 271, 272)
Hz. Ali’nin nübüvvetin ilk yıllarında yaşadığı ve yıllardır unutmadığı bu tablo, Hz. Ebû Bekir’in, Efendimiz’e nasıl bir sevgi ile bağlandığının bir örneğidir. O gün daha iman şerbetini içmemiş annesi, kanlar içerisinde baygın bir hâlde olan oğlunun uyanır uyanmaz ilk sözünün Efendimiz (sas) olmasına biraz hiddetlenmiş ve demişti ki: “Bırak, Muhammed’i de biraz su iç, biraz yemek ye, kendine gel! Yoksa iyileşemeyeceksin!” Hz. Ebû Bekir , o anda da sevdasına uygun şu sözleri söyleyecektir: “Vallahi! Anacığım, Resulullah’ın nasıl olduğuna dair bir haber almasam O’nun selamette olduğunu şu gözlerimle görmesem ne bir yudum su içeceğim ne bir lokma yemek yiyeceğim.”
Ümmü’l-Hayr, ne kadar ısrar ettiyse oğlunu ikna edememişti. Bunun üzerine annesi, Ümmü Cemil’in (Ümmü Cemil künyeli bu hanımın; Hz. Ömer’in kız kardeşi Fatıma bint Hattab olduğu da söylenmiştir. Ancak doğrusu, ilk Müslümanlardan olan Fatıma bint Mücellel olduğudur. Fatıma bint Mücellel, Abdullah b. Ebû Kays’ın kızı, Hatıb b. Haris’in ise hanımı idi. Hakkında daha fazla bilgi için bkz: İbn Hacer, el-İsabe, c. 4, s. 2675; İbn Esir, Usdü’l-Ğabe, c. 7, s. 298 ) yardımı ile yaralı olan oğlunu Darû’l-Erkam’a, Efendimiz’e doğru taşımış; Allah Resulü (sas) o hâlde Hz. Ebû Bekir’i karşısında görünce dayanamamış, gözyaşlarına boğulmuştu. İki sadık dostun o buluşması sırasında, Efendimiz Hz. Ebû Bekir’e: “Niye bu hâlde kendini zora sokup geldin,” demişti. Hz. Ebû Bekir (sas) ise: “Ya Resulallah! Beni boş ver de sen şu kapının arkasında duran annem için dua et! Dua et de Allah (cc) ona hidayet nasip etsin.” demişti. O anda eller dua için havaya kalkmış ve daha eller kapanmadan Selma, imanın anahtarı olan o kutlu kelimeleri ikrar etmişti. Hz. Ebû Bekir’in, Efendimiz’e olan sevdası, annesinin imanına da vesile olmuştu. (İbn Hacer, el-İsabe, c. 4, s. 2675; İbn Esir, Usdü’l-Ğabe, c. 7, s. 298)
Hz. Ebû Bekir’in, Efendimiz’e (sas) duyduğu sevgisinin en güzel tablolarından birisi de hiç şüphesiz hicret yolculuğu sırasındadır. On üç yıllık zorlu Mekke hayatı sonrası Allah Yesrib’i müminlere imanın bir yatağı olarak bahşedince; Efendimiz tüm Müslümanlara hicret için izin vermiş; geriye bir avuç mümin kalmıştı. Kalanlar içerisinde Hz. Ebû Bekir de vardı. O ne zaman, hicret için izin istese; Efendimiz: “Bekle Ey Ebû Bekir! Allah sana belki daha hayırlısını nasip edecek.” diyordu. Sabırlar tükeniyor, beklemekten insanlar yoruluyordu. İşte böyle bir zaman diliminde her gün ikindi vakti Ebû Bekir’in evini şenlendiren Efendimiz (sas) o gün o eve öğlen vaktinde gidiyordu. Alışılmış vaktin dışında Efendimiz’in o haneye gelişi, hane sahibi olan Hz. Ebû Bekir’i (ra) heyecanlandırıyordu ve Hz. Ebû Bekir (ra) o anda gözyaşlarına boğuluyor ve tek bir cümleyi zorlukla ancak söyleyebiliyordu: اَلصُّحْبَةُ يَا “es-Suhbetü Ya Resulallah?/ Yol arkadaşlığı mı Ya Resulallah?” Efendimiz : “Evet, yol arkadaşlığı!” diyordu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, daha da seviniyor ve sevincinden gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Bu tabloya şahit olan Hz. Aişe validemiz şöyle diyecekti: “O güne kadar bir insanın sevincinden böylesine ağladığını görmemiştim.” (İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 93)
Neye seviniyor, neye ağlıyordu Hz. Ebû Bekir (ra)? Hicret yolunda Efendimiz’e arkadaş olmak ne demekti? Başına yüz deve konmak, ölü ya da diri Medine’ye varmadan yakalanmak demekti. İşkence demekti, ölmek demekti. Bir insan işin sonunda ölüm olan bir yolculuğa nasıl sevinir? Eğer o insan yolculuğa çıkacağı insanı, ölümüne bir sevda ile severse gerçek bir sevgi ile ona bağlanmışsa işte o vakit böyle sevinecektir. Çünkü sahabenin sevdası, sahabenin en büyük kameti olan Hz. Ebû Bekir’in sevdası, ölümüne bir sevda idi. Hz. Ebû Bekir’i de sevindiren, sevdiğinin yolunda ölme imkânı yakalamasından başka bir şey değildi.
İki aziz dost yola çıktılar; Sevr mağarasında üç gün üç gece kaldılar. Bu süre zarfında Hz. Ebû Bekir’in sevgi adına Efendimiz’e karşı sergilediği tavırlar anlatılmakla bitmeyecek kadar çoktur. Dağdan aşağı inip, Yesrib’e doğru yola çıktıklarında Hz. Ebû Bekir, bir öne geçiyor, bir arkaya, bir sağa geçiyor, bir sola, yerinde durmuyor, duramıyor; Efendimiz’in etrafında halkalar çizerek yürüyordu. Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in bu yürüyüşüne bir anlam veremiyor ve soruyordu: “Ey Ebû Bekir! Neden yanımda yürümüyorsun da etrafımda halkalar çizerek dönüp duruyorsun? Senin yerin benim sağım iken seni böyle yürümeye iten şey nedir?” Hz. Ebû Bekir diyor ki: “Ya Resulallah! Düşünüyorum ve diyorum ki; ya birden Sana önden bir saldırı olsa hemen önüne geçiyorum, Sana değil bana gelsin diye… Sonra ya arkadan saldırı olsa diyor, arkana geçiyorum. Ya sağdan ya soldan olsa deyip sağa sola geçiyorum. Sana bir şey olmasın da bana olsun diye böyle yürüyorum.” Bu sözler karşısında Efendimiz çok duygulanıyor, gözleri doluyor ve diyor ki: “Beni çok mu seviyorsun ey Ebû Bekir?” Hz. Ebû Bekir: “Evet Ya Resulallah! Çok hem de çok seviyorum. Öyle ki senin için gözümü kırpmadan ölecek kadar seni seviyorum.” diyor.
Efendimiz (sas) daha da duygulanıyor: “Ey Ebû Bekir! Şimdi sen benim yerime ölür müsün, ölümü göze alabilir misin?” diyor. Hz. Ebû Bekir en ufak bir tereddüde kapılmadan “Evet, Ya Resulallah! Senin için seve seve ölürüm.” diyor. Efendimiz ailesini ve yakınlarını ona hatırlatarak: “Neden peki, benim için ölümü göze alırsın” diyor. Bu soru üzerine Hz. Ebû Bekir diyor ki: “Ya Resulallah! Eğer ben ölürsem sadece babam Ebû Kuhafe’nin evi ağlar. Ama Sen ölürsen, sana bir şey olursa bu ümmet ağlar, bu din ağlar, varlık âleminin tamamı ağlar. Sen değil, ben senin yolunda ölmeliyim.” (ed-Dimaşkî, Subul el-Hüda, c. 3, s. 342; Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve, 14/135) Bu rivayeti bize nakleden Hz. Ömer /ra), daha sonra şöyle bir itirafta da bulunacaktır: “Ruhumu kudretinde tutan Allah’a yemin ederim ki sadece Ebû Bekir’in bu gecesi, Ömer’in tüm hayatından daha hayırlıdır.” (İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, c. 3, s. 180)
İşte ölümüne sevda… İşte Ebû Bekirce sevgi… İşte gerçek sevgi…
Söz Hz. Ebû Bekir’in (ra) sevdasından açılınca kolay kolay bitmez, ama son bir örnek vererek onunla alakalı bu bahsi kapatacağız. Mekke fethedilmiş; şirkin beli bir daha doğrulmamak üzere o topraklarda kırılmıştı. O gün Hz. Ebû Bekir, yaşı seksenlere merdiven dayamış, gözleri artık görmez olmuş babası Ebû Kuhafe’yi ikna etmiş, Allah Resulü’nün (sas) huzuruna imanını ikrar etmek üzere getirmişti. Efendimiz, yaşlı babanın gelişini görünce: “Ey Ebû Bekir! Neden yordun babacığını, onu getirmeseydin de biz onun ayağına gitseydik.” demişti.
Hz. Ebû Bekir (ra), yine kendisine yakışan bir cevapla demişti ki: “Hayır, Ya Resulallah! Eğer biri birinin ayağına gidecekse, elbette o birileri siz değil, biz olmalıyız.Siz babamın ayağına değil babam sizin ayağınıza gelmelidir.”
Bu konuşmanın ardından baba Ebû Kuhafe, şehadet cümlelerini ikrar ederek, iman ediyordu. Onun iman edişine, Efendimiz (sas) öyle bir seviniyordu ki mübarek yüzünde tebessümler beliriyordu. Efendimiz yıllar yılı babasının iman etmesi için çırpınan Hz. Ebû Bekir’in de çok sevindiğini zannederek, onu tebrik etmek için döndüğünde, şaşırıp kalıyordu. Çünkü Hz. Ebû Bekir, olduğu yöre çömelmiş, gözlerinde yaş, yüzünde derin bir hüzün, hıçkırıklar içerisinde ağlıyordu. Efendimiz sadık dostunu bu hâlde görünce, oldukça şaşırmış, Hz. Ebû Bekir’in kollarından tutup kaldırırken o gözyaşlarının nedenini sormuştu: “Ey Ebû Bekir! Babanın imanına sevinecekken, yüzünde güller açıp Rabbine şükredecekken, bu ne hâl? Neden bu üzüntü? Ve neden bu gözyaşı?” Sizce neye ağlıyordu Hz. Ebû Bekir? Nedir onu böyle bir zeminde gözyaşlarına mahkûm eden şey? İnanın kırk yıl düşünsek aklımıza gelmez; çünkü Efendimiz’in (sas) bile aklına gelmemişti o hüznün sebebi…
O anda Hz. Ebû Bekir (ra) bir taraftan gözyaşlarına hâkim olmaya çalışıyor, bir taraftan da şöyle diyordu: “Ya Resulallah! Yıllar yılı babamın hidayete ermesi için Rabbime dua dua yakarıp durdum. Onun imana ermesi için her şeyimi feda etmeye razıydım. Biliyorum ki sen de benim bu hislerimin aynısını amcan Ebû Talib için duyuyordun. Ama ne yapayım ki ben umduğuma kavuştum, sen ise mahrum kaldın. Ben Senin arzuladığın şeye kavuşmadığın için ağlıyorum. Babamın iman etmesi aklıma bunları getirdi de onun için ağlıyorum.” Bu sözler karşısında Efendimiz de gözyaşlarını tutamıyor ve orada ağlamaya başlıyordu. (Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, 8323; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. 6, s. 174)
Hz. Ebû Bekir’in sevdası, aşkı, sevgisi… “Seven sevdiklerinin sevdiklerini de sever.” ilkesinin Ebû Bekir’in hayatındaki yansıması işte budur. Muhammed Emin Yıldırım