Yer: Mekke Tarih: Hicretin 7. senesi. Efendimiz bir önceki sene yapılan Hudeybiye Antlaşması gereği Umretü’l-Kadâ denilen kaza umresini yapmak için, 1400 Sahabe ile 7 yıldır görmediği Mekke’ye ve Kâbe’ye kavuşmuştur. Mekke’nin ileri gelenleri, Müslümanlarla karşılaşmamak için şehri 3 günlüğüne boşatmış, dağlara doğru çekilmişlerdir. Efendimiz ve arkasındaki bahtiyarlar topluluğu Mekke’ye gözyaşları içerisinde girdiklerinde sokaklarda yayılan bir yalan haber ile karşılaşmışlardı. Mekke’nin basını o günün gazeteleri olan şiirlerini şu manşet ile halka duyuruyorlardı: “Muhammed ve adamlarına Medine havası iyi gelmemiş. Oranın havası hepsini sıtma ile zayıf düşürmüş, hasta etmiştir.” Bu haberi Efendimiz işitince hemen Sahabe’ye: “Gün dik durma günüdür, gün İslam’ın izzet ve şerefini duyurma günüdür” diyerek, onlara ıztıbâ ve remel yapmalarını emretmiştir.
Iztıbâ: Tavaf esnasında ihramı sağ omuz dışarıda kalacak şekilde sarmaktır. Remel: Tavaf sırasında kısa adımlarla, koşar gibi ama çalımlı çalımlı yürümektir. Bunun anlamı şudur: Eğer düşmanlar yada cahil dostlar, sizi zayıf görmek ve göstermek isterlerse, yapılacak iş; İslam’ın izzet ve şerefini ayaklar altına düşürmek değil, onların anlayacağı dilde bu izzet ve şerefi göstermek, yani temsil etmektir.
Yer: Mekke Tarih: Hicretin 8.senesi. Kaza umresinin üzerinden 1 yıl geçmiş ve Müslümanlar 10.000 kişilik büyük bir ordu ile Mekke’nin kapısına dayanmışlardır. Daha dün işkence görüp, inançlarından dolayı her türlü baskıya muhatap olup, en sonunda da hicret etmek zorunda kalan Müslümanlar, şimdi muzaffer bir halde, büyük bir sükûnet ve vakarla baba ocakları ve anne kucakları olan beldelerine dönüyorlardı. Bir yıl önce umre sırasında Sahabeyi çalımlı çalımlı yürüten, tabir caiz ise bir güç gösterisi yaptıran Efendimiz, acaba böyle bir zafer karşısında nasıl bir duruş sergileyecektir? Herkesin merak ettiği bu tablo, gerçekten insanı hayrete düşürecek bir boyuttadır. Allah Resulü (sav) devesinin üzerinde, mübarek başı devenin hörgücüne değecek kadar eğik, dilinde istiğfar, gözünde yaş, zihin dünyasında ise büyük bir tefekkür ile Mekke’ye giriyordu. Çünkü o gün diklenme günü değil, o gün secde etme günüydü.
Aynı mekânda ve yaklaşık birer yıl arayla siyer içerisinde okuduğumuz bu iki tablo, bize çok önemli mesajlar vermektedir. Elbette bir değil, birkaç farklı çerçeveden değerlendirebileceğimiz bu iki tabloyu, özellikle duruş meselesi bağlamında ele alırsak, herhalde buradan bir davranış ahlakı olarak şu mesajı çıkarabiliriz: Nerede ve ne zaman dik durmalı? Nerede ve ne zaman diklenmemeli?
Şu an bizlerinde en önemli eksiği bu duruş problemi değil midir? Gerçekten şu zamanlarda en fazla yanlışı ve hatayı duruşumuzun ayarsızlığından dolayı yapıyor değimliyiz? Nerede ve ne zaman hangi davranışı, ne ölçüde ortaya koyacağımızı bir türlü ayarlayamıyoruz. İşte hayat gemimizin kaptanı olması gereken Efendimiz (sav) bize muhtaç olduğumuz bu duruş ayarını öğretiyor.
13 yıllık Mekke hayatı, her türlü zorluğa, baskıya, işkenceye, sözlü ve fiili saldırılara karşı vakarla durmayı, şiddete bulaşmadan, ama acziyete de düşmeden nasıl durulacağını öğretir. Bedir; zafer karşısında diklenmemeyi, zaferi kendinden değil, Allah’tan bilmeyi öğretir. Uhud; mağlubiyet karşısında dik durmayı, savrulup dağılmamayı öğretir. Sadece Bedir ve Uhud bağlamında bu duruş meselesini değerlendirdiğimizde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: “Biz yenildiğimizde dik dururuz, yendiğimizde ise diklenmeyip, secde ederiz.”
İşte Kur’an’ın bize “Üsve-i Hasene” yani; en ideal örnek, en kâmil misal ve hayatın her alanının ve her anının tartışılmaz tek rehberi olarak takdim ettiği Efendimiz’in 63 yıllık bereketli hayatı bizim için böyle büyük bir rahmettir. 63 yıllık hayatı özellikle kullandım; O’nun (sav) Nübüvvet sonrası 23 yıllık hayatı bize çok şey söylediği gibi, Nübüvvet öncesi 40 yıllık hayatı da çok önemli şeyler söylemektedir. Çünkü Efendimiz (sav) dediğimiz zaman; “Eddebeni Rabbî ve ahsene te’dîbî” yani; “Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi en güzel şekilde düzenledi” sözünü hatırlamamız gerekmektedir.
O halde Siyeri öğrenmeye ne kadar muhtaç olduğumuzu bilmem bir daha hatırlatmaya gerek var mı? Demek ki, gerek varmış; öyleyse bir dahaki yazımızda; “Neden Siyer Öğrenmeliyiz?” sorusuna cevap arayalım.
Muhammed Emin YILDIRIM