Dinler insanlık tarihinin gelişiminde etkin bir rol oynamakla birlikte aynı zamanda bu yapı insanlığın sömürülmesinde de önemli bir alanda yer almaktadır. Öyle ki kutsal metinler sayesinde medeniyetleri yazan insanoğlu bir yandan da menfaatler uğruna yine aynı metinler üzerinden halkı sömürmüştür. Tıpkı adalet, kardeşlik ve iyiliğin zıddında olan hırsızlık, düşmanlık ve sömürü gibi. Bu zıt kelimeler her ne kadar birbirinden uzak olarak görünse de aslında iç içe geçerek birbirlerini tanımlama özelliği kazanmıştır. Din kurumu da bu özelliği sayesinde güven ve bir o kadar da güvensizliğin bir sembolü haline gelmiştir. Bu açıdan üzerinde durulması gereken husus “Nasıl oluyor da kutsallıklar üzerine bina edilmiş bir yapı bir o kadar içerisinde zıtlıklar barındıran özellikleri taşıyabilmektedir?” olacaktır.
Din, insanoğluna gönderilmiş bir yasa ve emirler silsilesidir.
Dinler yapıları gereğince toplumların bir uyum ve düzen içerisinde yaşayabilmeleri için insanoğluna rehber konumundadır. Rehberlik ise nebiler ya da kutsal kitapların peygamberler tarafından halka ulaşımıyla gerçekleşmiştir. Kutsal kitapların da indirildikleri toplumlara göre farklı özellik ve misyonları bulunmaktadır. Öyle ki kardeşliği ve ahlâkı savunan bir din aynı zamanda devletin önemini ve adaletini de öne çıkarabilmektedir. Bu sebepten ötürü kitaplar bulundukları dönem ve zemine göre toplumun ihtiyaçlarına uygun bir şekilde insanlığa sunulmuştur.
Din, bir yorumlayış tarzıdır.
Her bir din ardından birçok yorumlayış tarzını da beraberinde getirmektedir. Yorumlamalar, toplum yaşamının mevcut bir ürünü olarak güncellenmeye devam eden hayat tarzıdır. Bu sebepten ötürü her insan aslında içerisinde birer din taşıyıcısıdır. Çünkü bireylerin yaşamakta olduğu hayat tarzı ve değerler silsilesi -ki kültür ve din birbirinin tamamlayıcısı olarak görülse de aslında bir o kadar yorumlayıcısıdır.- ardından dini yorumlamayı da beraberinde getirmektedir.
Günümüzde yorumlamanın öncüleri bilgiyi elinde tutan sermaye sahipleridir. Öyle ki bu bilgiler kapitalizmin kendini güncellemesi için önemli birer araç konumundadır. Yapılan her bir güncelleme sonucu insanlık homojenleşip standartlaşmaya başlamaktadır. Adorno ve Horkheimer’in tabiriyle bireyler “kültürel avanak” haline gelmeye başlamıştır (Horkheimer & Adorno, 162). Çünkü insan hayatının gıdası olan kültür, din ve değerler sermaye sahipleri tarafından popüler kültür etrafınca işlenerek menfaate uygun bir hale getirilmektedir. Böylelikle bireyler kendilerine, değerlerine ve dinlerine fark etmeden yabancılaşmaya başlamaktadır. Fakat bunun farkında değillerdir.
Din-birey-toplum yabancılaşması belki de üzerinde durulması gereken en önemli alanlardan biridir. Comte’un 3 hal yasası olarak ele aldığı “Teolojik, Metafizik ve Pozitif” dönemler içerisinde pozitif toplum, yapısı gereğince dinin yapılanması üzerinde çok boyutlu bir etkiye sahiptir. Pozitif toplumun bir ürünü olan seküler(izm), bilimi esas kaideleri olarak görmekle birlikte dinlerde olan her türlü giz perdesinin bilim tarafından kaldırılabileceğini savunmaktadır. Savunmalar, ideolojiler tarafından da güçlendirilerek din, tabiri caizse dağın arkasına itilmiştir.
Böylelikle dinlerin, yönetim, yasa ve emir gibi statükonun korunması adına oluşturmuş olduğu alanlar dinin yapısından soyutlandırılmıştır. Sonuç olarak din, ibadet ve ritüellerin bir sembolü haline gelmiştir.
Bu hususta 2023 yılında Müslüman ve Hristiyan din görevlileri ile gerçekleştirilen nitel araştırmada da gerek Müslüman gerekse Hristiyan din görevlileri dinin sadece mabetler üzerinden işlevini gerçekleştirdiğini ve insanların artık dinin emrettiği şekilde yaşamadıklarını; teknolojinin gelişimi ve bilgi ulaşımının kolaylaşmasından ötürü de din görevlilerinin etkisinin azaldığını bununla birlikte toplum içerisinde eskisi gibi değer görmediklerini belirtmişlerdir. Mabetler, artık ibadet merkezi veya inanç turizmi kapsamında turistik ziyaretlerin yapıldığı yerler olarak algılanmaya başlanmıştır. Dünya muhafazakârlaşırken, aynı zamanda neo-liberal piyasa ekonomisinin sermaye odaklı ve bireyselleştirici etkisinin dini yaşantıyı kuşattığı tespit edilmiştir. Bu durum, dinsel yaşamın belirli alanlardaki bireyler üzerindeki etkisinin arttığı, ancak dinin piyasa eğilimleri karşısında toplumsal etkisinin erozyona uğradığı bulgularını ortaya koymaktadır (Açık Turğuter & Elveren, 79).
Dinin seküler hayatta edinmiş olduğu misyona bakıldığında süreci belki de en çok etkileyen etmenlerin başında dinin sömürü aracı olarak kullanılması yatmaktadır. Dinin insanlar tarafından yorumlanabilme ve devlet yönetimini meşrulaştırma özelliği dinin sömürü aracı olmasını da kolaylaştırmıştır. Öyle ki din olgusunun devlet denetimi içerisinde baskı ve otoritenin kaynağı olması, insanların bir noktada dinin yanlış anlaşılmasına ve toplumların dini bir korku unsuru olarak görmesine kadar ilerlemiştir. Özellikle günümüzde kendini “muhafazakâr” (!) olarak nitelendirip dinin bu nitelendirmeler ardından bir sömürü aracı olarak kullanılması, günümüz yaşantının dine olan bakışını da paralel olarak yansıtmaktadır.
Karl Marx’ın “Din, halkın afyonudur.” (Marx, 191-192) sözü günümüz tarafından her ne kadar farklı yönlere çekilip incelense de Marx’ın bu sözü dinin insanlar tarafından yanlış kullanımını da bizlere açıklamaktadır. Marx, dinin, sermaye sahiplerinin elinde olduğunu belirterek burjuva sınıfının kendi menfaatleri için dini kullandıklarını açıklamaktadır. İnsanlara kadercilik anlayışı ile fakirliğin alıştırılması, bireylerin burjuva sınıfına karşı ayaklanmasını da engellemektedir. Böylelikle birey kendi yaşantısını bir kader olarak algılayıp öte dünyada zengin olarak yaşayacağını zannetmektedir. Sonuç olarak burjuva sınıfı rahat bir şekilde proletaryayı sömürebilmektir. Makro bir çerçeveden bakıldığında tarihin her daim aynı süreçlerden ve olaylardan ibaret olduğu görülmektedir. Toplumlar her ne kadar gelişim gösterse de aynı cümleler üzerinden aynı meşrulaştırma aracının kullanılması insanların bilinçlerini, zihinlerini ve en önemlisi de şahsiyetlerini sıradanlaştırmaktadır.
Marx, dini her ne kadar sermaye sahipleri tarafından bir sömürü unsuru olarak görse de aynı zamanda dinin insanlık için önemi ve gerekliliğini de ele almaktadır. Marx’a göre insanlar, bu sömürü düzeni içerisinde kendilerine güvenilir bir liman ararlar. Marx, dinin bir liman olduğunu belirterek “Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor.” ifadesini kullanmıştır (Marx, 1997, 192). Bu bağlamda, Marx, dinin insanı yaratmadığını ancak insanın din tarafından şekillendirildiğini ve dinin henüz kendini bulamamış veya kendini yitirmiş insan özsaygısı ve özduygusu olduğunu iddia eder. Marx, dinin önemli bir alan olarak görülmesine rağmen, aynı zamanda dinin içimizde olduğunu ve ideolojik bir aygıttan çıkarak egemen güçlerin aleti olmadan eski özgürlüğüne kavuşacağını ve dinin insanlarla birlikte özgürleşeceğini ifade eder.
Dinin Sömürüsü Üzerinden Siyonizm Örneği
“Adam öldüren kesinlikle öldürülecektir. Başkasının hayvanını öldüren, yerine bir hayvan vererek aldığı canın karşılığını canla ödeyecektir. Kim komşusunu yaralarsa, kendisine de aynı şey yapılacaktır. Kırığa karşılık kırık, göze göz, dişe diş olmak üzere, ona ne yaptıysa kendisine de aynı şey yapılacaktır. Hayvan öldüren yerine bir hayvan verecek, adam öldüren öldürülecektir. Yerli yabancı herkes için tek bir yasanız olacak. Tanrınız RAB benim.” (Levililer 24:17-23).
Siyon, Eski Ahit’te Kral Davud tarafından fethedilen ve krallığın merkezi haline getirilen Kudüs şehri için kullanılan bir terimdir (II. Samuel, 5/7). Zamanla, Siyon’un kapsamı genişleyerek bütün İsrail topraklarını ifade edecek şekilde genişlemiştir. Siyon kelimesine dayanan Siyonizm ise Yahudi halkının “Tarihi yurtlarına dönüşü” anlamında Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı hedefleyen siyasî hareketi ifade eder.
Dinî Siyonizm çoğunlukla İsrail mistikleri tarafından savunulmuştur. Bu inancın başat sebebi ise Yahudiliğin kurtarıcı olarak tanımladıkları Mehdi’yi bekleyişlerini sürdürmeleridir. Onlara göre Mehdi ortaya çıktığında yeryüzünde Tanrı’nın saltanatı başlayarak “Dünyanın bütün ırkları tek bir ırka bağlanmış olacaktır.” (Tekvin XII, 3).
Sonrasında ise Yahudilik inancına göre insanlık Musa ve İbrahim peygamberlerin İncil’de anlatılmış olan hikâyelerin anlatıldığı mekâna döneceklerdir (Garaudy, s. 9).
Dinin yorumlanma ve harekete geçirebilme özelliği Yahudilerde baskın bir şekilde görülmektedir. Bu noktada onların perspektifinden Filistin’de devlet kurma isteklerinin ele alınması dinin yorumlanabilirlik gücünü de yansıtmış olacaktır.
Burada dikkat çeken husus emirlerin başında ‘Öldürme’ emrinin gelmesidir. Günümüzde Yahudilerin gerçekleştirdiği birçok zulüm ve katliamlar, Tanrı emrine karşı geliyor olarak değerlendirilebilmektedir.
Onlara göre İsrailoğulları ve İbrahimoğulları soy savaşına, Filistinliler ve İsraillilerin millet savaşına girmesiyle birlikte soyun tükenme riski ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, yasaklanmış olan ensest bir dönem serbest kalmıştır. Sanhedrinde (Günümüz TBMM olarak düşünülebilir) millet meclislerinin kurulması ve ardından Yehova’nın Musa ile konuşması sonucu Yahudiler “Seçilmiş ilkler” olmuş ve vadedilmiş topraklar üzerinde yeni bir serüven başlamıştır.
Aynı zamanda, Yahudiler seçilmiş olmalarına rağmen sürekli zulme maruz kalmışlardır. Örneğin Peygamberleri Musa, bebekliğinden itibaren büyük acılara ve trajedilere göğüs germiştir.
Yahudilerin oluşturmuş olduğu diaspora kavramı da evlerinin ve yurtlarının dışında olmanın, Yahudilerin kendileri için vadedilmiş topraklarda olmamanın, toplumlar tarafından birçok aşağılanma ve eziyete maruz kalmaları sonucunda önem kazanmıştır. Bu travma, Yahudilere şiddeti öğretmiş ve şiddet, dolaşıma uğramaya başlamıştır. Böylelikle “öğrenilmiş şiddet” kavramıyla Yahudiler dünya üzerindeki haklarını öğrenmiş oldukları şiddet ile korumaktadırlar.
Theodor Herzl’in “Yahudi Devleti” adlı eserinde kurulmak istenen Yahudi Devleti 14 Mayıs 1948’de kurulmuş ve İsrailoğulları devletleşmiştir. Bu hususta üzerinde durulması gereken nokta ise İsrailoğulları’nın millî kimliklerinden sonra dinî kimliklerini de baskın bir şekilde kullanmalarıdır.
Öyle ki insanları öldürmenin meşruiyetini sağlamak için âyetler tekrar tekrar değiştirilip menfaatler uğruna yorumlanmıştır:
“Burada oturan halkların şehirlerini Allah’ın sana miras olarak verdi… Burada hiçbir canlı bırakmayacaksın. Hititleri Amoritleri, Kenanlıları, Perizitleri, Hivitleri ve Jebuzitleri hareketsiz bırakacaksın… Allah’ın sana bunu emrediyor (Tesniye XX, 16-17).
Yine aynı şekilde soykırımlar kitaba dayalı olarak şu şekilde meşrulaştırılmıştır:
“Şimdi git Amelek’i vur… Her şeylerini ellerinden al. Geriye hiçbir şey bırakma… Her yere ölüm saç… Erkekleri ve kadınları, çocukları ve süt çocuklarını, öküzleri ve koyunları, devleri ve eşekleri öldür.” (Samuel’in 1. kitabı XV, 3).
Yapılan soykırımların kitaba dayalı bir şekilde yasallaştırılması, İsrail Devleti’nin sınır ve saldırılarını genişletmek için girişmiş olduğu bu soykırımı doğrulama gayreti neticesinde herkes bugünkü Siyonist İsrail Devleti’nin Kitab-ı Mukaddes’te yer alan devletin bir devamı olarak görmektedir. Bu düşünüş kitle iletişim araçları tarafından -ki bu araçlar da yine onların elindedir.- kolaylıkla dünyaya inandırılmıştır. İnanan kitle içerisinde sadece Yahudiler değil Hristiyanlar’da bulunmaktadır. “Örneğin Katolik din kitabı ve Protestan ‘Pazar mektebinin’ Siyonist mitolojiden aynı sonuçları çıkarmaktadırlar.” (Garaudy, 21). Fakat tarihe bakıldığında yüzyıldan beri tüm bu bilgilerin tersi yazıldığı görülmektedir.
Aynı zamanda yine Siyonizm’in ayakta kalmasının öncüsü olan din-cemaat ilişkisi ile bağlar daha da güçlendirilmeye çalışılarak insan bilincinin arka planda kalması amaçlanmaktadır. Örneğin 5 Eylül 1921’de Karlsbad’da toplanan XII. Siyonist Kongresi’ne gönderilen yazı şu şekildedir:
“Ulus en büyük değer değildir. Milli ideoloji ve milliyetçilik ruhu ulusu kendisi için bir amaç yapmadığı sürece geçerlidir. Yahudiler bir ulus olmaktan da ileridirler: Onlar bir inanç toplumunun üyeleridir.” (Garaudy, 2015, 23).
İnsan, kendisini “Tanrı’nın seçilmiş kulu” olarak gördüğü andan itibaren yapısında mutlak bir güç görerek yeryüzünün görevlisi olduğuna inanmaya başlamaktadır. Tanrı’yı kendileri tarafından seçtikleri ve peygamberleri ile tanrıların dövüşmesi sonucunda (Yaratılış 32:28) Yahudilerin “Kendi Tanrımızı seçtik. Bizler seçilmiş toplumlarız.” (Tesniye 7:7) düşüncesiyle kavimlerini üstün bir toplum olarak görmektedirler. Seçilmiş halk düşüncesi ile Yahudiler, kendilerini diğer halklardan üstün görerek yaptıkları her türlü faaliyeti meşrulaştırmışlardır. Meşrulaştırma sonucunda birçok zulüm ve soykırımlar meydana gelmiş ve gelmeye de devam etmektedir.
Sonuç
Dinler her ne kadar önemli bir baskı ve meşrulaştırma aracı olarak görülse de bu yapı insanların hayatlarını, bakış açılarını oluşturan ve düzenleyen bilgi stoklarıdır. Böylelikle ölüm gibi insanlara uzak ve ürkütücü gelen birçok kavram anlamlaşarak değer kazanmıştır. Yıllardan beri süregelen Filistin-İsrail savaşı ise bunun en önemli örneğidir. Her bir birey inanmış olduğu dinin bir mensubu olarak savaşı kutsallık olarak değerlendirmektedir. Örneğin 25 Ekim 2023 yılında Netanyahu’nun “Ortak gücümüz ile haklılığımızı ve Yahudi halkının ebediliğine olan derin inancımızla Hamas’a karşı Yeşaya kehanetini göreceğiz.” İfadesinden sonra ardından Tevrat’ın “Yeşaya” kitabından şu alıntıyı (60:18) yapması gibi: “Ülkenden şiddet, sınır boylarından soygun ve yıkım haberleri duyulmayacak artık. Surlarına kurtuluş, kapılarına övgü adını vereceksin.”
Durum üzerinden bir başka örnek ise 15 Aralık’ta Kassam Tugayları Sözcüsü Ebu Ubeyde’nin yapmış olduğu açıklamadır. Açıklama bir âyet ile başlamaktadır.
“Onlarla savaşın ki Allah ellerinizle onları cezalandırsın, rezil rüsvâ etsin, size yardım ve zafer ihsân etsin, baskı ve zulüm altında inleyen müminlerin gönüllerini ferahlatsın!” (Tevbe, 9/14).
“Tüm Ümmetimize ve savaşçılarımıza çağrımızdır: Her cephede düşmana karşı olan eyleminizi artırın! Şu anki görev; devrim yapmak ve her türlü direnişle işgalci İsrail’i boykot etmektir.”
Yapılan açıklamalar savaşın karmaşık doğasını göstermekle birlikte âyetlerin bireyler üzerindeki etkisini ve bir o kadar da sonuçlarını yansıtmaktadır. Dinin, cemaatleri harekete geçirebilme özelliği bu açıdan önemli bir konumdadır.
Sonuç olarak burada bahsedilmek istenen mevzu dinin çok boyutlu olmasının yanı sıra boyutların insanlar tarafından olumlu veyahut olumsuz yönlere dönüştürülebilecek olmasıdır. Sorun dinin yapısında değil menfaat amaçları doğrultusunda kullanılmasıdır. Unutulmamalıdır ki dinin özgürleşmesi ancak kendisinin doğru bir şekilde anlaşılıp menfaat aracı olarak kullanılmadığında gerçekleşecektir.
Dinin özgürleşeceği bir dünya umudu ile…
Ebrar Elveren
Kaynakça
Açık Turğuter, E., & Elveren, E. (2023, Eylül 20-22). “Din Görevlilerınin Dinsel Yaşam Pratiklerınin Gündelık Yaşama Yansıması:Muğla-İstanbul Örnekleri” X. Ulusal Sosyoloji Kongresi Krizler Çağının Toplumsal Halleri, 79. İstanbul: Sosyoloji Derneği. https://www.sosyolojikongresi.org/ adresinden alındı
Garaudy, R. (2015). Siyonizm Dosyası. (N. Uzel, Çev.) İstanbul: Pınar Yayınları.
Horkheimer, M., & Adorno, T. (2010, Mayıs 3). Aydınlanmanın Diyalektiği. 162-223. (N. Ülner, & E. Öztarhan Karadoğan, Çev.) Kabalcı Yayınları.
Marx, K. (1997). Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi. (K. Somer, Çev.) Ankara: Sol Yayınları.
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ocak-Şubat-Mart 2024/29 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 544 76 96
www.siyerdergisi.com