ÖZET
Bu makalemizde; toplumların ilkel çağlarından beri var olduğu kabul edilegelen ve toplumsal yaşamın bir gereği olan, adâlet kavramını ve kavramın alt başlıkları arasında değerlendirilen sosyal adâlet olgusunun anlamsal ifadesine, içerdiği muhtevalara değinilecektir. Ardından bu kavramların modern düşünce tarihinde ki karşılıklarını ve İslâm düşünce geleneği kapsamında sahip olduğu değerleri yer yer âyet ve hadisler kapsamında yer yer tarihî olaylar çerçevesinde incelemeye çalışacağız.
GİRİŞ
Tarih içerisinde Aristo (m.ö 384-322) ve Platon’dan (m.ö. 427-347) tutup, Cürcânî (ö.816/1413), Gazzâlî (ö.505/1111), Tahâvî (ö.321/933)’ye kadar varan pek çok âlimin tanımlamalarının sahibi olmuş adâlet kavramı; “davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit kılmak” gibi mânalara gelen bir masdar-isimdir. Yine aynı kökten bir masdar-isim olan ve “orta yol, istikamet, eş, benzer, misil, bir şeyin karşılığı” gibi mânalara gelen “adl” kelimesi, sıfat olarak kullanıldığında âdil ile eş anlamlı olup aynı zamanda Allah’ın isimlerinden biridir.
Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm toplumunun bir niteliği olarak geçen “vasat ümmet” (bk. el-Bakara 2/143) tâbirindeki vasat kelimesi de bütün müfessirlerce “adâlet” mânasında anlaşılmıştır. Buna göre İslâm ahlâkı içtimaî bünyede de aşırılıklardan uzaklığı, dengeli ve uyumlu bir hayat tarzını ön görmüştür.[1]
Düşünceleri ve birikiminden bugün dahi hala faydalandığımız12. yy’ın büyük İslâm filozofu, Hüccet’ül İslâm; İslâm hukuk tarihinin gerek fıkıh gerekse de Usul-ü fıkıh alanlarında oldukça fazla eser vermiştir.[2] İmam-ı Gazzâlî’nin eserlerinde “Adâlet” ve “Sosyal Adâlet” kavramları üzerine araştırma yapan Sabri Orman; hukuk ile ilgili bir terim olmasına rağmen bu eserlerde adâletle ilgili bir başlığa rastlamamayı oldukça şaşırtıcı bulmuştur. Fakat Orman’ın ifadesine göre asıl şaşırtıcı olan “bu eserlerde adâletten ancak dolaylı olarak, meselâ mahkemelerde şahitlik ehliyetinin tartışılması gibi vesilelerle bahsediliyor olmasıydı.”[3] Bu duruma adâlet kavramının hukuk ile ilişkilendirilmesinin, 19.yy.’dan sonra gerçekleşmesini sebep olarak gösterebiliriz. Klasik kaynaklarda fıkıh; din, hukuk ve ahlâkı içerisinde barındıran bir bütünü temsil eder bu yüzden ayrı ayrı vurgulanmazdı fakat 19. yy sonrası bu bütün yavaş yavaş bozulmuştur.
Eserlerinde “Adâlet” kavramının dolaylı olarak, farklı şekillerde pek çok tanımını oluşturan Gazzâlî’nin burada iki tanımına yer vereceğiz. O adâleti şu şekilde ifade ediyor:
1. Her hak sahibine hakkının verilmesi (İhyâ, III, 368).
2. Kâmil olanın noksan olana takdim edilmesi, adâletin ta kendisidir(İhyâ, IV, 258)
Bu tanımlamalardan hareketle Sabri Orman adâlet kavramı üzerine özne- nesne ilişkisince sınıflandırma yapmıştır. Bu tasnifin içerisindeki unsurlar ve alt tasnifleri Gazzâlî’ye ait olmakla birlikte, tasnifin genel çerçevesi ve özellikle sosyal adâlet olarak nitelendirilenleri Gazzâlî’nin söylediklerinden hareketle çıkarmış ve bu tasnife göre adâleti; “İlahi Adâlet” ve “Beşeri Adâlet” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Beşeri adâleti de kendi içerisinde “Ferdi Adâlet” ve “Sosyal Adâlet” şeklinde tasnife tutmuştur. Ferdi Adâlet; iç çatışmalı bir varlık olan insanın, çatışan ve çelişen çeşitli eğilim ve dürtüleri arasında ahlâkî bir denge kurmasıdır. Sosyal adâlet ile ise adâletin mutat alanına geçmiş oluruz. Sosyal adâlet dememizin sebebi, adâletin geçişli bir eylem olması, yani özneden başka bir de nesneyi gerektiriyor olması ve bu nesnenin de insanın sosyal bir varlık olması hasebiyle normal olarak başka bir insan olmasıdır. Bu geniş anlamdaki sosyal adâletin başlıca üç öznesi olduğu söylenebilir: Fert, toplum ve devlet.[4]
Sosyal Adâlet’in Düşünce Tarihi
Sosyal adâlet terim ve büyük ölçüde kavram olarak bir 19. yy hatırasıdır.[5] “İşçi Yüzyılı” ya da “Sosyal Mesele Yüzyılı” olarak da adlandırılan dönemin bu şekilde isimlendirilmesinde; 18. Yy’ın sonlarında gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin getirdiği olumsuzluklar, işçilerin ağır şartlarda-yüksek iş saatleri içerisinde düşük ücretle çalıştırılması, insandan çok makine değeri yüklenen hoşgörüsüz muamelelere maruz kalması, ekonomik anlamda oluşan gelir adaletsizlikleri, büyük rol oynamıştır. Bu bağlamda gerçekleşen emek-sermaye çelişkisinin çareleri aranmaya başlanmıştır. Bu çare arayışlarına çözüm sunanlar arasında; Sanayi Devrimi’yle birlikte hayatımıza giren ve olumsuzlukları da beraberinde getiren kapitalist sistemin tamamen terk edilip, yeni bir sisteme geçilmesini öngören sosyalistler olduğu gibi sistemin aksayan-olumsuz yönlerinin tespit edilip düzeltilmesini öngören liberal çizgideki siyaset, toplum ve ahlâk filozoflarından oluşan reformistler de vardı. Orman’ın ifadesiyle ‘Sosyal Adâlet’ taraftarları işte bu kategoride yer almaktadır. Çözüm olarak getirilen; “Sosyal Darwinizm ve sosyal sigorta gibi sosyal etiketini taşıyan birçok kavram ve kurum 19. yüzyılın, yani sosyal mesele yüzyılının mirasıdır.”[6]
Sosyal adâlet terimi ilk kez İngiltere’de Bentham ve J. S. Mill tarafından ortaya atılan ve üzerine çalışılan, temel faydacılığı mutlu olma ve ahlâk dediğimiz kavramların kaynağı olarak temellendirilen “Pragmatizm” kuramıyla gündeme gelmiştir.[7] Bazı modern siyasal düşünürlere göre sosyal adâlet kavramı üzerine genel bilgiler verecek olursak; Biri liyakat ve değer diğeri ihtiyaç ve eşitlikle alakalı iki kavrama dayanmaktadır. Toplumsal adâlet genel olarak dağıtıcı adâlet olarak da bilinmektedir. Adâletin tesisinde bireylerin, grupların ve adetlerin rolü çok büyük önem arz etmektedir. Adâlet hakkındaki eserlerde mevcut teoriler iki alt kategoride incelenmektedir: Yöntemsel adâlet teorileri ve Dağıtıcı/İktisadî Adâlet teorileri. Dağıtıcı adâlet, mal ve hizmetlerin toplum bireyleri arasında adil dağılımını ve daha fazla idarî, siyasî ve toplumsal kurum inşa etmeyi öngörür. Bu da siyasi kurumların daha etkin olmasına yol açarak piyasa ve ekonomi üzerindeki regülasyonları artırır ve nihâyetinde toplumsal adâlet sağlanabilir. Bahsi geçen tartışmayla alakalı eserlerde karşımıza çıkan farklı teoriler vardır. Bunlar arasında Rawl’un insanlar arasında eşitlik anlamında adâlet teorisi, Dworkin’in toplumsal Adâlete kaynak temelli yaklaşımı ve Sen’in toplumsal adâlete yönelik ehliyet yaklaşımı en çok dikkat çekenlerdendir.[8]
Rawls için, adâletin birincil işlem alanı, metanın bölüşümüdür. Burada meta, kişinin akla uygun olarak sahip olmak isteyeceği zenginlik, toplumsal konum, fırsat, beceri, serbestlik, hatta kendine saygı gibi şeylerin çoğunu kapsayacak anlamdadır. Bu tür metaların toplumda nasıl bölüştürüldüğü, o toplumu siyasal bir varlık olarak belirleyen haklar, yasalar, süreçler ve konumlar dizgesinde yansımasını bulan Adâlet ilkelerinin neler olduğuna bağlıdır.[9] Rawls genel refahı, her bir bireyin refahıyla desteklemiş ve bunu karşılıklı fayda için ortak girişimle ilişkilendirmiştir. Bu da nihâyetinde siyasi müdahale ile desteklenecektir. Rawls’un eşitlik düşüncesinde faydalar ve sorumluluklar, katılımcılar arasında eşit dağıtılmıştır. Ona göre tüm katılımcılar özgür, eşit, mâkul ve mantıklıdır.
Dworkin, kaynakların eşitliği ve refahın eşitliğini açıklar. Ona göre, devlet kaynakları sağlamakla, bireyler de kendi refahlarını sağlamakla mükelleftir. Hampton’ın görüşüne göre Dworkin, mutlak eşitliği savunmamıştır. Sen (Nobel ödülü sahibi) tarafından geliştirilen ehliyet yaklaşımı ise; gerekli kaynak ve imkânların yeniden dağılımında toplumun rolünü şart koşmaktadır.[10] Görüldüğü üzere ‘sosyal adâlet’ kavramının anlamı, kapsamı ve ilkeleri konusunda herhangi bir görüş birliği yoktur. “Muhtevasını farklı şekillendirseler de; sosyal adâleti sistemi çözümlemede nihaî araç olarak gören; Bentham, J.S. Mill, Rawls, Dworkin, Sen gibi teorisyenlerin yanında, onu bütünüyle gereksiz bulanlar da vardır. Üstelik bunlar arasında Robert Nozick ve F. A. Von Hayek gibi önemli düşünürler yer alır.”[11] Sosyal adâlet kavramı, modern siyasal düşüncenin üzerinde yoğun tartıştığı, özgürlük ve eşitlik kavramlarından birini diğerine tercih etmeden bu iki kavram arasında bir denge kurmaya çalışmasıdır. Bunun için de çoğunluğu ‘fırsat eşitliği’ ve ‘eşit muamele’ argümanlarını kullanmaktadır. Devleti ise merkeziyetçi değil; daha çok, düzenleyici yönü ağırlıklı, denetlenebilir, bölüşümü adâletli yapabilen, toplumdaki dezavantajlı bireyleri koruyan ve haklarının gelişimini sağlayan sosyal demokrasi çizgisinde görmektedir.[12] Liberal ve prosedürel adâlet teorisi yanlısı Hayek’in eşitlik anlayışı ise; “yasa önünde eşitliktir”. Özgürlüğün anca bu şekilde sağlanabileceğini düşünen Hayek’e göre; insanlara, birbirinden farklı olduklarını bile bile eşit davranırsak onlara gerçek pozisyonlarında eşit davranmış olmayız; onları eşit pozisyonda tutmak için, farklı olanlara farklı davranmak zorundayız. Dolayısıyla Hayek açısından, yasa önünde eşitlik ile maddi eşitlik sadece farklı olmakla kalmaz, aynı zamanda birbirleriyle çelişir. Bunun için iki eşitlik türü bir arada gerçekleştirilemez.[13] Neo-liberal düşüncenin önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen Hayek’e göre; herkesin aynı imkânlara sahip olması adâlet değil; bilakis adâletsizlik olurdu. Eşitlik yalnızca yasa önündedir.
İlk kullanımı19.yy’da gerçekleşen sosyal adâlet kavramı hakkında, İslâmî geleneğimizdeki karşılığı ve büyük düşünürlerimizin kavram üzerine değerlendirmeleri noktasında tarih boyunca çeşitli incelemeler gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla diyebiliriz ki; “bir dönemde bir terimin olmaması, ona tekabül eden realitelerin de olmadığı anlamına gelmez.”[14] Anlam ve muhteva açısından örneklikleriyle karşılaşılabilir. Klasik dönemlerde terimi karşıladığı düşünülen anlamlar; modern anlamdaki sosyal adâlet ile tam olarak aynı şeyler olmayabilir fakat bu eserlerde kaçınılmaz olarak modern anlamda sosyal adâleti karşılayan unsurların yer alacağı da muhakkaktır. Kullanımı daha eski olan “Bölüşüm Adâleti” ile bazen özdeş kabul edilen sosyal adâlet daha geniş ifadeyle; “hayatın nimet ve külfetlerinin, fayda ve maliyetlerinin, avantaj ve dezavantajlarının, toplumun üyeleri arasında nasıl dağıtıldığı ve dağıtılacağı meselesiyle ilgilidir. Sosyal adâletin kapsamına para, metalar, emlak, işler ve makamlar, eğitim, sağlık, çocuk yardımı ve bakımı, onur ve ödüller, kişisel güvenlik, ulaşım ve dinlenme imkânları gibi nimetler ile (ceza kapsamında yer almayan) askerlik, zor, tehlikeli ve düşük işlerde çalışma, yaşlı bakımı gibi külfetler girer.”[15]
İslâm’da Sosyal Adâlet
İslâm; dünya ve ahiret kazancını vurgulayan bir din olması sebebiyle, kişinin ahiretini kazanmak için dünyada durması gereken sınırları çizen; dünyada yaşamını hayırla devam ettirebilmesi için de toplum içerisinde belli görev ve sorumluluklar yükleyen değerlere sahiptir. “Hayatın maddi ve mânevî taraflarına aynı anda ehemmiyet veren İslâm’ın; kendine ait söz konusu tavrı, madde ile mânayı birbirine sımsıkı kenetleyip, birini diğerinin dayanağı yaparak insanlığın tam bir refaha ve saadete kavuşmasını temin eder.”[16] Mekke ve Medine döneminde, toplumsal yaşamı ilgilendiren gerek devlet yönetimi noktasında, gerekse de iktisadî düzenlemelerle ilgili ihyâ noktasında çeşitli hüküm ve örnekliklerle karşılaşmaktayız. Cahiliyenin son zamanlarında, köle ve efendi arasında oluşan keskin sınıf ayrılıkları, haram aylarda dahi kervanların yolculuğu esnasında eşkıyaların saldırılarıyla ticarî mal ve kazançların kaybedildiği güvensiz ortam, ortaklıkta anlaşılan oranı aşan miktarlarda pay alma, hırsızlık, faiz gibi artık son raddesine ulaşan toplumsal kargaşa ortamında İslâm; toplumu yeniden inşa etme görevini üstlenmekteydi. Ve şüphesiz bu inşayı sağlamada en önemli unsurlar; geçimi ve dolayısıyla yaşamsal fonksiyonu sağlamada bir araç olması sebebiyle ‘iktisat’ ise, toplumsal düzeni sağlaması sebebiyle de ‘hukuktu’. Bu nedenle İslami gelenekte bu meselenin yalnızca dar anlamda bir iktisadî adâlet olmayıp, baştanbaşa bireye ve topluma bakan düzenlemelerle getirilen geniş perspektifte bir sosyal adâlet yaklaşımı olduğunun vurgusunu yaparak; çalışmamıza sosyal adâletin iktisadî yönüyle ilgili örneklikleriyle devam etmek istiyoruz.
Araştırma sahası olarak, 1960 sonrası dönemde ortaya çıkan İslâmi iktisat, ticarî işlemleri kavramsallaştırmada sosyal adâlet ve insan failliğini (hilafet) kıstas almış ve iktisadî davranışlara şeriattan elde edilen etik varsayımların ışığında yön vermiştir.[17] İslâmiyet bağlamında, Khan (ö.1984), Rodinson (ö.1974) ve Labib (ö.1969), İslâm’ın Müslümanların iktisadî durumlarını iyileştirmeyi açıkça ve üzerinde durarak teşvik ettiğine dair çok miktarda tarihsel kanıt ve Kur’âni referans sunmaktadırlar. Bu iktisadî sistem, üretkenliğin arttırılması ve daha fazla sermayenin üretilmesi için çalışıyordu.[18] Ve bunu, din olgusu içerisinde var olan kuram ve kuralların-emir ve nehiylerin dışına çıkmadan gerçekleştiriyordu. Bu emir ve nehylerin bir kısmına değinecek olursak:
İslâm’da mala sahip olan kişiler onların hakiki sahipleri değil; emanetçisidir. “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’a aittir.”[19] Onlar bu emaneti; Allah’ın tayin ettiği ölçüde, kendisinin ve toplumun menfaatine sunmakla mükelleftir. Üzerinde tasarruf yetkisi sınırsız da değildir. Malın yalnızca emanetçisi olduğu için; malına güvenip üstünlük iddia edemez, öte dünyada hesap verme inancına sahip olduğu için de; emri altındakilere zulmedemez, haklarını çiğneyemez. Sezai Karakoç’a göre, İslâm aynı zamanda insana da bir mülkiyet hakkı tanımıştır ama bu hakkın üzerinde Allah’ın hakkı birinci sırada gelmektedir.[20] Kişinin sahip olduklarını miras yoluyla akrabalarına paylaştırması da İslâm’da özel mülkiyete dair bir örneklik sayılabilir. Bu aynı zamanda servetin tek bir elde birikip ilerlemesini de önlemektedir. Böylece diyebiliriz ki, İslâm insan ve toplum arası dengeyi başarılı bir şekilde gözetmiştir. Karakoç’un ifadesiyle; İslâm’da toplumla insan biri öbürüne ezdirilmeyecek şekilde bir hak dengesi içindedir. Komünizmde fert toplum için feda edilmiş, kapitalizmde ise toplum fert için. İslâm ise arada bir denge oluşturmak ve ferdi topluma karşı da korumak için öbür haklarının yanında ona mülkiyet hakkını da tanımış, buna karşılık toplumu korumak için de bu hakkı edinmekte ve kullanmakta birçok kayıtlar, şartlar ve sınırlar koymuş, toplumu da büsbütün pasif bir toplum halinde bırakmamıştır[21]
Müslümanların iktisadî durumunu iyileştirmesini açıkça teşvik eden İslâm; kişiye çalışmayı, kendi kazancını oluşturmayı tavsiye eder. Fakirliği ve tembelliği ise; insanın kurtulması ve Allah’a sığınması gereken bir durum sayar. “Kişinin yediğinin en hayırlısı, kendi kazancıdır.”[22] Hz. Peygamber’e Müslüman sadaka veremiyorsa ne yapması gerekir diye sorulunca; Çalışsın, hem kendi istifade etsin hem de sadaka versin (sosyal refaha katkıda bulunsun) demiştir.[23] Nitekim Medine’ye hicret ettiğinin ikinci günü; ensardan kardeşi Sa’d b. Rebî’ tüm malını ve servetini önüne koymasına rağmen, ‘Bana pazarın yerini göster’ diyen sahâbeden Abdurrahman b. Avf ‘ın bu tavrı; ashabın Allah Resûlü’ nün (sas) sözlerini hayatlarının prensibi haline getirdiğinin de güzel bir örneğidir. Bu durum milli gelirin artmasına sebep olacak böylece iktisadî gelişmeye de katkıda bulunulacaktır. İnsanların güç ve kabiliyet yönünden farklı olmasını da bu noktada nimet nazarıyla değerlendirmeliyiz. Herkes kapasitesi nispetinde çalışacak, çalıştığının karşılığını alacak böylece işbölümü sağlanmış –farklı meslek grupları oluşmuş-, yine iktisadî ve sosyal gelişmeye katkıda bulunulmuş olacaktır. Yüce Allah (cc): “Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık.” [24] buyurmaktadır. Komünizmin emeğin hakkını vermeyen eşitlik anlayışı; Kapitalizmin statüye göre yüklediği eşitlik algısının aksine İslâm; mutlak eşitliği değil, dengeli bir adâleti savunmaktadır.
Mevdûdî; ekonomik sorunların çözümü için eşitsizliği ortadan kaldırmayı öngören yaklaşımları “yaratılışa aykırı” olarak değerlendirmektedir. Mevdûdî’ye göre; yaratılış icabının yerine getirilmesi ise, her yaratılmışın kendi payını almasını temin etmek yoluyla sağlanmış olacaktır. Ekonomik olarak hak etme ekseninde belirlenmiş nispi bir eşitlik tanımlanmaktadır. Faruqi bunu çalışmanın karşılığı olarak değerlendirmektedir. Buna karşılık, “rızkın eşitlenmesi ideali” ise Allah’ın düzenine karşı çıkmak ve adâletinden kuşku duymak olarak yorumlanmakta ve sistem bölüşümü eşitleyici somut mekanizmalara kapalı bir nitelik ortaya koymaktadır.[25] Burada dikkat edilmesi gereken, İslâm’da kişi, mensup olduğu sosyal statü ya da gelir grubu sebebiyle imtiyazlı bir konum elde etmemektedir.
Sosyal adâletin devlet, toplum ve birey olmak üzere üç öznesinden bahseden Orman’a göre; “çift özneli bir sosyal adâlet” türü daha vardır ki, o da zekâttır. Zekâtın çift özneli olarak nitelenmesinin sebebi, onun muhatabı esas itibariyle belli şartları haiz fertler iken, icra edilmesinin, yani tahsil ve tediyesinin klasik kaynaklara göre devlete ait bir görev olmasıdır.”[26] Bu sebeple zekât hem mükellefi olan bireyi hem de devleti ilgilendirmesi sebebiyle çift özneli ve sosyal adâlet meselesiyle en ilgili kurumdur. Hatta Sabri Orman’a göre; belki zekâtın amacı, konusu ve düzenleniş tarzıyla tam anlamıyla bir sosyal adâlet kurumu olduğu dahi söylenebilir. “Zekât toplumdaki gelir ve servet adâletsizliklerini yeniden bölüşüm yoluyla düzeltmeye yönelik malî bir ibadetdir. Bu ibadetin İslâmiyet’in beş temel rüknünden biri olması, ferdi veya bireysel adâlet türleri hariç diğerleri farz-ı kifaye statüsünde iken zekâtın; farz-ı ayn statüsünde olması, korunmaya ve desteğe muhtaç belli sosyal gruplara yönelik olması ve klasik dönem uygulamasında devlet eliyle toplanıp dağıtılmış olması bu iddianın gerekçeleri olarak sayılabilir.”[27]
İlâhî emirde Mü’minler; “Yardım isteyenlere ve yoksullara mallarından belli bir pay ayırırlardı.”[28] şeklinde tanımlanır. Zekâtın verilmesi gerektiği, kimlere verileceğinin sınırları belirlenmiştir ve belirlenen bu sınıfların, zenginin malında hakları olduğu ifade edilmektedir. “Allah kiminize kiminizden daha fazla rızık verdi. Ama kendilerine fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere paylaşıp da onları bu hususta kendileriyle eşit hale getirmeye çalışmıyorlar.”[29] diyerek bu müesseseyi yerine getirmeyenler ise eleştirilmiştir. Mallar bir imtihan sebebidir ki, burada fakir yoklukla; zengin ise vermekle imtihan olunmaktadır. Fakat çok daha önemlisi İslâm’ın bu şekilde zengin ve fakirler arası irtibatı kesmeyip, bunu kardeşliği, dayanışmayı arttıracak bir vesile kılması, böylece sosyal tabakalar arası sınıf ayrılıklarının oluşmasını engellemesi ve zenginin elinde mal birikimini önleyerek, malın tekelleşmesinin önüne geçmesidir. “Tâ ki (o mallar) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın!”[30] Aynı zamanda zekât ile sermayenin bekletilerek atıl durmasının da önüne geçilmiş, yeniden üretim ve piyasa sürecine katılmasını dolayısıyla mübadeleye konu olmasını sağlamış; gelir durumu daha aşağıda olanlara verilerek ise bir nevi sosyal hayatın içerisine kazandırılmıştır. Özetle zekât:
1. Lüks tüketimin kısılması, tasarruf ve yatırımların artmasına yol açtığı için toplam talebin istikrarını arttırıcı etkisi sebebiyle ekonomik büyümeyi gerçekleştirir.
2. Kaynakların yoksulluk sınırı altındaki kesimler lehine yeniden tahsisi ile sosyal adâleti sağlar.
3. Toplumun fakir, yoksul, borçlu ve çaresiz durumdaki kesiminin imdadına ulaşan bir ‘Sosyal Sigorta’ kurumunu da üstlenir. – İslâmiyet’in 1400 sene önce kurduğu bu sosyal sigortayı, Hıristiyan ülkeler ancak 1941 yılında Atina Antlaşması ile kurabilmişlerdir.
4. Paranın stok edilmesini önleyerek, yatırıma yönlendirir. Böylece ekonomik açıdan kalkınmaya destek sağlar. -Aksi halde her yıl zekâtı verilen para, durduğu yerde azalacak ve tükenecektir. Yatırıma yöneltilen para ise sürekli iş sahaları açarak ve milli geliri arttırıcı sahalara yönelerek topluma hizmet eder.-[31]
Klasik dönemlerde dağıtımı devlet eliyle gerçekleştirilen zekât müessesinin, belli zamanlarda uygulamalarında farklı yöntemlere gidilmiş; Osmanlı’da da bu görevi uzun bir müddet vakıflar gerçekleştirmiştir.[32]
Malezya’da da finans sektörü aracılığıyla gerçekleştirilen zekât fonu uygulaması meselenin finans ayağı noktada örneklik teşkil edebilir. Zekât fonunun 12 yıllık uygulaması sonucu; toplumdaki fakirlik oranı %47’den %17 ye düşmüştür. 2014 yılında yapılan araştırmalara göre; o zaman için 41 İİT (İslâm İşbirliği Teşkilatı) ülkesinden 20’den fazlası düzenli bir şekilde zekât toplama ve yönetimi yoluyla günlük 1.25’ın altında bir para ile geçinen en yoksul kesimi yoksulluk sınırının üzerine çıkarabileceğine dair destekleyici kanıtlar ortaya koymuştur.[33] Diğer taraftan, ilginçtir ki zekât mükellefiyetinin ifası, ihtiyacın ve muhtacın varlığı şartına bağlanmamıştır. Böyle olunca mutlak fakirlik ve yoksulluğun ortadan kalktığı teorik bir durumda dahi bu mükellefiyet devam edecek ve hatta bunun sonucu olarak normal zamanlara göre çok daha fazla zekât fonu ortaya çıkacak demektir.[34] Halife Ömer b. Abdülaziz zamanında, İslâm devleti sınırları içerisinde kendisine zekât verilecek bir tek Müslümanın bulunmayışı sosyal adâletin sağlandığı yani, milli gelirin bütün cemiyet fertlerine dağıtıldığının, hem de orta sınıfların milli geliri artırıcı ameliyelere girişmiş olmasının birer alametidir.[35]
Sermayenin dolaşımını ve helal kazancı teşvik eden İslâm sayesinde insan aynı zamanda ; ‘Allah alım satımı helal, faizi ise haram kılmıştır’[36] İlahi emrine de muhatap tutulmuştur. Yine sanayi devrimiyle birlikte kapitallerin paradan para kazanmak için en fazla başvurduğu yöntem haline gelen faiz; işçi ve işveren arası gelir farklılıklarının uçuruma dönüşmesine sebep olmuş, dolayısıyla oluşan sosyal adâletsizliğin başaktörü haline gelmiştir.
İslâm’da faiz (riba), karşılığında hiçbir şey vermeden kazanılan şey; sadaka ya da zekât ise karşılığında hiçbir şey almadan verilen şey olarak kabul edilir. İslâmî inanışa göre, faizin uygulanması, çalışmadan aşırı kazanç elde eden insanların doğmasına, üretimin olumsuz etkilenmesine, servetin belli ellerde toplanmasına, gelir dağılımında adâletin bozulmasına ve tekel gücünün yaygınlaşmasına yol açtığı için fakiri daha fakir, zengini de daha zengin hâle getirir. Neticede, toplumda yozlaşma ve yolsuzluk artar. Ayrıca İslâm’da faizin haram olmasının üç temel sebebinden bahsedilir:
1. Faiz, malın bedeli ödenmeden başkasından alınmasına imkân tanır. Zira para sahipleri bedel ödemeden başkasının malına kolayca sahip olabilmektedirler.
2. Faiz -ticarete göre zahmetsiz daha kolay yoldan bir kazanç olduğu için- halkın menfaatine hizmet eden ticarete kesat vermektedir.
3. Faiz insanlar arasında gerek duyulan borç alışverişinin kesilmesine sebep olmaktadır.[37]
İlginçtir ki zâhiren kazanç görülen faiz İslâm’da haram kılınmış; Zâhiren paranın elden çıkması dolayısıyla kayıp görülen zekât ise câiz kılınmıştır. Üstelik bu kayıp; kazanç olarak nitelendirilmektedir. “Allah faizli kazançların bereketini giderir, sadakası verilen malları ise kat kat arttırarak bereketlendirir.”[38] Meseleyi zihinlerimize yaklaştıracak bir örnek üzerinden ilerletirsek; sahâbenin infak âbidelerinden biri olan Hz. Osman; Rûm’e kuyusunu satın alıyor. Aradan biraz zaman geçince kurulan Medine Çarşısı’nın tesisinde yardımcı oluyor ve Ceyş’ül-Usre denilen 30.000 kişilik zorluk ordusunun Tebük’deki ihtiyacının üçte birini karşılıyor. Ona rağmen bu mal öyle bereketleniyor ki, Hz. Ebû Bekir zamanında kıtlık günlerini yaşayan Medine halkına 1000 deveyi üzerindekilerle birlikte infak edebiliyor. Bu durum izahı ve göz ile algılanması mümkün olmayan bir artıştır.[39]
İslâm’da sosyal adâlet denilince değinilmeden geçilemeyecek bir başka unsurda; İslâm’ın işçi haklarına verdiği önemdir. 1800’lerin sonlarında İngiltere’de çalışma koşulları sebebiyle mali ve bedeni yönden zayıf düşen büyük işçi gruplarının fabrika önünde eylem yapması tarihte bilinen bir hadise ve belki de o dönem için mevcut sisteme getirilen ilk antitezdir. İslâm işi ehline vermeyi[40] tavsiye ederek, işverene yol gösterdikten sonra; yaptığınız işi hakkını vererek yapın[41] diyerek de işçiye yol göstermekte böylece ikisini de emniyet altına almaktadır.
Hz. Peygamber’in (sas) hadislerinde işçi-işveren hakları hususunda işçinin haklarını koruyan üç temel ilkeye varabiliriz:
1. İşçinin işinin hakkı, alın teri kurumadan verilmelidir.[42]
2. İşveren ile işçi, iş ve ücret konusunda baştan anlaşmalıdır.[43]
3. İşçi işini, hakkını vererek yapmalıdır.
Müslüman toplumların işletmelerin yanında müşterilerin de refahını destekleyen bütüncül ve modern bir iş yürütme etiği sistemine sahip olduğu görülecektir. Bu tür bir sistem toplumda bütünüyle bir sosyoekonomik adâlet kurulması fikrine dayandırılmaktaydı.[44] Yine İslâm’da; tüketiciyi korumak adına ihtikârın; hem tüketiciyi hem de üreticiyi korumak adına narhın yasaklanması; Hz. Peygamber’in (sas) celeb malı karşılamaktan men ‘etmesi; pazarda elini daldırdığı çuvalda ıslak buğdayları aşağıda görünce satıcıya yukarıya çıkarmasını söylemesi sosyoekonomik açıdan önemlidir. Bu sayede çok sayıda alıcı ile çok sayıda satıcıdan oluşan rekabetçi bir piyasa modeli oluşturulmuştur. Pazarda bu kuralların ihlal edilmediğinden emin olmak için piyasaların muhtesip dediğimiz pazar muhafızlarınca takip ettirilmesi de, bugün sosyal adâletin uygulanmasında, kurum bazlı kontrol mekanizmaları açısından ders çıkarmamız gereken, uyarlanabilir bir örnekliktir. Anadolu Selçuklu ’da Ahîlik ve Osmanlı’da buna bağlı gelişen Lonca Teşkilatı’nı, belki bu uyarlama kapsamında değerlendirebiliriz. Üstelik bu sayede toplumda güven ortamının oluşacağı da aşikârdır.
Kazancın haram yoldan olmamasının vurgulanması[45], hırsızlığın men’ edilmesi ve ilâhî emirler çerçevesinde çizilen üstte bahsettiğimiz diğer kaideler, riâyet edildiği takdirde sosyal Adâleti sağlamada oldukça önemli faktörlerdir. Nitekim gerek Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin devirlerinde gerekse de Osmanlı devrinde suç oranının azlığı daima bahsedilmekte ve dikkat çekilmektedir. 18. asırda İngiltere’nin İstanbul sefiri Türk ve İslâm düşmanı Sir James Porter şunları söylemektedir: “ O kadar geniş bir memlekette imparatorluğun bir ucundan öbür ucuna birçok yollardan gidilebileceği için yakayı ele vermeksizin hırsızlık yapılabilir; adam da öldürülebilir; o halde mücrimlerin uzak bir beldeye iltica etmeleri işten bile olmamasına rağmen Müslümanların ceza korkusundan dolayı suç işlemekten” çekindiklerini belirtir. Nazarımızda Müslümanlar için burada bahsedilen ceza unsurunun en büyüğü, din temelli öte dünyada var olan hesap verme olgusudur. [46]
Gazzâlî perspektifinden adâlet ve sosyal adâlet ile ilgili kıymetli değerlendirmeler sunan Orman, son olarak bizim de yer vermek istediğimiz bir kavramdan daha bahsediyor çalışmasında, Gazzâlî’ye göre her seviyede adâlet gereklidir ama yeterli değildir. Adâlet, zulümden kaçınmak, herkese hakkını vermek veya başkasına zarar vermeyecek şekilde hareket etmektir. Bu anlamda o, insan ilişkilerinde bir asgari veya minimumu temsil eder ve ticari hayattaki sermayeye benzer. Nasıl ki ticarî hayatta sermayeyle yetinmek rasyonel değilse ve bir kârı hedeflemek gerekirse, dinî hayatta da kâra tekabül eden ‘ihsanı’ hedeflemek gerekir. Adâlet zorunlu (vacip) iken, ihsan gönüllü bir davranıştır.[47] Bu durum Gazzâlî’nin sosyalin önceliğini hedeflemesi, yararlı işlerde toplumsal, sosyal olanın ferdî olana tercih edilmesi ilkesiyle de bağdaşmaktadır. Aynı zamanda düşünürümüz, iktisadî ilişkiler ve işlemlerde altı hususa uymakla ihsan mertebesine ulaşılabileceğini de belirtir:
1. Âdet dışı ve aşırı kâra (gabn-i fâhiş) kaçmamak,
2. Fakir ve zayıflarla alışverişte onlar lehine fedakârlıkta bulunmak,
3. Bedelin ve borçların ödenmesinde kolaylık sağlamak,
4. Borçlunun borç ödemede özenli olması,
5. Akitten dönme isteğinin kabul edilmesi,
6. Fakirlere, para bulamadıkları takdirde, hiç geri almamak üzere veresiye mal verilmesi
SONUÇ
Tarih boyunca adâletsizliğin, zulmün olduğu her yerde gerek fikri gerekse de eylem noktasında insan haklarını koruyan, gözeten ve bu amaçla harekete geçen insanlar mutlaka olmuştur. Bazıları isabetli karar almış, bazıları yanlış yollara sapmış, bazıları karşı çıkmayı hedeflerken kendini yine karşı çıktığına hizmet ederken bulmuştur. Sanayi öncesi burjuvazi feodal yapılar; sanayi sonrası kapital sahipleri… Toplumda daima imtiyazlı haklara sahip bir elit tabaka mevcut olmuştur. Çeşitli düşünceler, ideolojiler bu süreçte sistem bazında karşımıza çıkmış fakat isabetli karar alanlar pek az olmuştur.
İslâm’ın insanlara sunduğu tavsiye-emir ve nehiylerin tatbik edildiği takdirde, tarih boyunca olumlu neticelere yol açtığına şahit olunmaktadır. Bu tavsiye ve nehylerin ahlâkî olan bir kısım genel ifadelerinin kabul edilebiliritesi yüksek iken, pek çoğunun dinî müeyyidelerden oluşuyor olması, olumlu neticelerinin mevcut düzen bazında genel bir kabul almasını pek tabii zorlaştırmaktadır. Verilen ve dolayısıyla miktar olarak azalan malın, arttığının iddia edilmesi; 3 semavî dinde de câiz görülmeyen fakat günümüzde kullanımı oldukça yaygın ribanın yasak oluşuna vurgu yapılması; ekonomide konvansiyonel yapının hâkim olduğu bir dünyada ilk bakışta kabul edilmesi zor bir durumdur. Fakat günümüzde sosyal adâletin sağlanması noktasında aranan çıkış yollarında, araştırmaların sürdüğüne ve bu araştırmalarda İslâm’ın kapısının tıklatıldığına da şahit olmak bizler için oldukça olumlu bir gelişmedir. İnanıyoruz ki mevcut adâletsizliklere karşın bir gün mutlaka sessiz yığınlarda bu kapının ardında verilenlere kulak kabartıp, gereken ihtiyatı kuşanarak dinleyeceklerdir.
Biz Müslümanlara düşen ise; saydığımız tüm bu sosyal adâlet unsurlarından gerek fakiri gözetme gerek faizden kaçınma gerekse de iş etik ve ahlâkına uygun davranışları gerçekleştirme noktasında üzerimize düşen vazifeleri hakkıyla yerine getirebilmektir. Bu ancak, kazancın bu dünyadan ibaret olmadığını bilen insana kolay gelecek bir durumdur. Bu noktada Müslümanları motive edecek unsurlardan en büyüğü ise; Allah’ın razı olduğu insanlardan olabilmek için Allah’tan razı olmaktır.
Hacer Nur KORKMAZ
KAYNAKÇA
– AZİD Toseef ve RAWASHDEH Osamah Hussain Al (2017), “ İslâm İktisadın’da Sosyal Adâlet”, İktisat Yayınları, İstanbul, s.1-23.
– BİLEN Mahmud, “İslâm Ekonomisinde Sosyal Adâlet”, (Sakarya Üniversitesi,2016).
– CATTELAN Valentino(2015), “İslâm İktisadı ve Piyasa”, İGİAD Yayınları, 17, İstanbul, s.39-57.
– ÇAĞRICI, Mustafa “Adâlet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları, 2008) 1:341.
– ERDEM Ekrem (2015), “İslâm İktisadı ve Piyasa”, İGİAD Yayınları, 17, İstanbul, s.11-39.
– ER İzzet (1999), “Sosyal Gelişme ve İslâm”, Rağbet Yayınları, İstanbul.
– JAFARİ Aliakbar ve SANDIKÇI Özlem (2015) “İslâm İktisadı ve Piyasa”, İGİAD Yayınları, 17, İstanbul, s.57-75.
– KARAKOÇ Sezai (2017), “İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü”, Diriliş Yayınları, İstanbul
– KAYA Pir Ali (2000), “Sosyal Adâletin Teorik Çerçevesi Üzerine Bir Değerlendirme”, Ankara, s.229-244.
– KURT Senem “Hayek’in Özgürlük ve Adâlet Teorisi”, ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 2/3, (2006).
– ORMAN Sabri(2018) “Gazzâlî, Adâlet ve Sosyal Adâlet”, İktisat Yayınları, İstanbul.
– YILDIRIM M. Emin(2018) “ Suffa Meclisi Sahabe Dersleri”, Siyer Yayınları, 2018, İstanbul.
[1] Mustafa Çağrıcı, “Adâlet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.1, s. 341
[2] El-Basît, el-Vasît, el-Vecîz, el-Hulâsa; el-Menhûl, Şifâu’l-Ğalîl ve el-Mustasfâ gibi
[3] Sabri Orman, “Gazali, Adâlet ve Sosyal Adâlet”, İstanbul 2018, s.10
[4] Sabri Orman, “Gazali, Adâlet ve Sosyal Adâlet”, s.14
[5] Age, s.2
[6] Age, s.3
[7] Mehmet Çakır, “Geçmişten Günümüze Sosyal Adâlet”, International Journal of Social Sciences and Education Research,2/3 (Güz 2017): 564
[8] Toseef Azid & Osamah Hussain Al Rawashdeh, “Toplumsal Adâlet, Piyasa ve Devlete İslâmî Bir Bakış”, İslâm İktisadın’da Sosyal Adâlet, s.2
[9] Pir Ali Kaya, “Sosyal Adâletin Teorik Çerçevesi Üzerine Bir Değerlendirme” s.233
[10] Azid & Rawashdeh, “Toplumsal Adâlet, Piyasa ve Devlete İslâmî Bir Bakış”,İslâm İktisadın’da Sosyal Adâlet, s.3
[11] Sabri Orman, “Gazali, Adâlet ve Sosyal Adâlet”, s.4
[12] Kaya, “Sosyal Adâletin Teorik Çerçevesi Üzerine Bir Değerlendirme” s.241
[13] Senem Kurt, “Hayek’in Özgürlük ve Adâlet Teorisi”, ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 2/3, (2006) :210
[14] Sabri Orman, “Gazali, Adâlet ve Sosyal Adâlet”, s.6
[15] Age, s.5
[16] İzzet Er, “Sosyal Gelişme ve İslâm”, İstanbul 1999, s.53
[17] Valentino Cattelan, “Piyasa İktisat Teorisinde Adâlet, Kimlik ve Çoğulculuk”, İslâm İktisadı ve Piyasa, İstanbul 2015, s.41
[18] Aliakbar Jafari, “Sosyal Adâlet, Tüketici Refahı ve Sürdürülebilir Piyasa Gelişimi”, İslâm İktisadı ve Piyasa, İstanbul 2015, s.66
[19] Bakara 2/284
[20] Sezai Karakoç, “İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü”, İstanbul 2017, s.32
[21] Age, s. 20
[22] El-Buhari, Sahih, K. İlm, I/23
[23] İzzet Er, “Sosyal Gelişme ve İslâm”, s.58
[24] Zuhruf 43/32, meale yakın bir başka âyet; En’am 6/6
[25] Nilgün Tunçcan Ongan, “İslâm Ekonomisinde Bölüşüm”, Çalışma ve Toplum Dergisi, 4 (2008): 220
[26] Sabri Orman, ”Gazali Adâlet ve Sosyal Adâlet”, s.14
[27] Age, s.57
[28] Zariyat 51/19
[29] Nahl 16/71
[30] Haşr 59/7
[31] Mahmud Bilen, “İslâm Ekonomisinde Sosyal Adâlet”, (Sakarya Üniversitesi,2016), s.35.
[32] Günümüzde hâlâ 12 İslâm ülkesinde devletin zekât toplama kurumu bulunmakta; 6 İslâm ülkesinde(Libya, Suudi Arabistan, Malezya, Yemen, Sudan) ise zekât vergi gibi zorunlu toplanmaktadır.
[33] Mahmud Bilen, “İslâm Ekonomisinde Sosyal Adâlet”, 39.
[34] Sabri Orman, “Gazali, Adâlet ve Sosyal Adâlet”, s.60
[35] Muhammed Ebu Zehra, “İslâm’da Sosyal Dayanışma”, İstanbul 1981, s. 177
[36] Bakara 2/275
[37] Ekrem Erdem, “Müslüman Bireyin İktisadi Davranış Hususiyetleri ve İslâm Piyasa Geleneği”, İslâm İktisadı ve Piyasa, İstanbul 2015,s.24
[38] Bakara 2/276
[39] Bknz: M. Emin Yıldırım, “ Suffa Meclisi Sahabe Dersleri”, İstanbul 2018, s.77
[40] “Şüphesiz Allah sizden emanetleri ehlinize vermenizi emretmektedir.” (Nisa 4/58)
[41] “Erkek olsun, kadın olsun kim inanmış bir insan olarak yaptığı işi doğru dürüst/ gerektiği gibi/ usulüne uygun şekilde yaparsa kesinlikle ona çok hoş bir hayat yaşatacağız.” (Nahl 16/97)
[42] “İşçiye (hak ettiği) ücreti alın teri kurumadan verin.” (İbn Mace, “Rühun”, 4)
[43] “İş esnasında o iş için alacağı ücreti de bildirin.” (Beyhâki, Es- Sünenü’l- Kübra, VI, 120)
[44] Jafari, “Sosyal Adâlet, Tüketici Refahı ve Sürdürülebilir Piyasa Geliştirimi”, İslâm İktisadı ve Piyasa, İstanbul 2015, s.64
[45] “Mallarınızı haram sebeplerle yemeyin…” (Nisa 4/ 29)
[46]İzzet Er, ”Sosyal Gelişme ve İslâm”, s.88
[47] Sabri Orman, ”Gazali, Adâlet ve Sosyal Adâlet”, s.73