İnsanı diğer var olanlardan ayırt eden en belirgin hususun düşünmek ve temyiz etmek olduğu fikri, hemen tüm düşünce tarihi boyunca ortak bir kabule mazhar olmuştur. Bununla birlikte düşünme ve temyiz etme eylemlerinin mahiyeti söz konusu olduğunda böyle bir ortak kabulden bahsetmek mümkün değildir. Bilhassa modern öncesi dünya ile modern dünya mukayese edildiğinde, her iki düşünme biçiminde düşünme eylemine yüklenen anlam ufkunun ciddi bir biçimde farklılaştığı açıktır.
Kuşkusuz bu farklılaşmanın temelinde klasik ve modern dünyanın gerek bir bütün olarak varlığı gerekse insan varlığını alımlayışları arasındaki fark bulunmaktadır. Bu fark insanın varlık, değer ve anlam ufkunun istikametini belirlediği gibi gerek kendisiyle gerekse tanrı ve alemle nasıl bir şahitlik ilişki içerisinde olması gerektiğine dair anlayış farklılıklarının da sebebini teşkil eder. Benzer bir biçimde söz konusu farkın, klasik ve modern dünyada gerçekten düşünülmeye değer olanın ne olduğu ve buna bağlı olarak da düşüncenin nasıl bir görev üstlenmesi gerektiği hususlarını olduğu kadar, insan anlayışıyla birlikte insanın neye şahitlik etmesi gerektiği sorusuna verilen yanıtı da farklılaştırdığı söylenebilir.
Aşkın bir varlık ve hakikat anlayışının hüküm sürdüğü klasik dünya görüşü açısından bakıldığında, özü itibariyle bu dünyaya ait bir var olan veya eşya olarak telakki edilmeyen insanın, hasbelkader içerisinde bulunduğu dünyada/arzda elde ettikleriyle asıl ait olduğu ebediyet ufkundan kaybettiklerini telafi edecek bir var olan olarak da görülmesi mümkün değildi. Niteliği itibariyle eşya oluştan büsbütün farklı bir mahiyet arz eden insan, diğer var olanlardan farklı olarak, asıl anlam ve amacını, varlığını eşyada hüküm süren parametrelere tabi kılmayışından kazanan ontolojik bir statüye sahip olarak görülmekteydi. Öyle ki gerçekleştirilmeyi bekleyen bir idea veya kemal bir kavram olan insan, bizatihi dinin önüne koyduğu veya aklına düşürdüğü ebediyet fikri sayesinde, biyo-psişik bir mahiyete sahip olan beşerin, varlığını eşya oluştan ayırmak ve eşyayı ayete dönüştürmek suretiyle kazanması gereken bir imkân hükmündeydi. Aslına bakılırsa pre-Sokratik düşünürlerin theoria kavramına yüklemiş oldukları temaşa anlamı da hakikatini tam da böyle bir ufukta kazanan ontolojik bir mahiyete sahipti. Hatta Platon’un eidos/idea kavramlaştırmasının temelini oluşturan eide fiilinin hem bilmek hem de görmek anlamına gelmesi, bilme eyleminin ontolojik boyutunu açığa çıkaran mahiyetiyle, klasik düşüncede bilme eyleminin epistemolojik değil ontolojik bir karaktere sahip olduğunu gösterir niteliktedir. Buna göre “bilmek” için “görmek”, görebilmek için ise, insan varlığının süfli ilgilerden kurtarılarak görmeye muktedir hale getirilmesi anlamında “olmak” gerekmektedir.
Platon’un “ruhun gözünü açmak” olarak nitelediği şekliyle “olarak bilmeyi ve görmeyi” salık veren böyle bir düşünme tarzının, insan varlığı üzerindeki en büyük etki, mahiyeti itibariyle eşyadan ayrı bir ontolojik statüye taşıdığı insana, sahip olduğu güçlerini hangi istikamette kullanması gerektiğine dair bir ufuk sunmasıdır. Tam da söz konusu ontolojik statüsü ve kendisine bahşedilmiş ufuk sayesinde insan, temyiz edici bir düşünme pratiği içerisinde lehine ve aleyhine olan şeylere yönelik bir farkındalık kazanır. Bu farkındalık ise insanı gerek kendisi gerek diğer canlılar gerekse eşyayla olan ilişkisini ulvi maksutlar doğrultusunda düzenleme imkanına açar.
Bütün kemal kavramları kendinde toplayan Tanrı’ya benzeme çabasının klasik düşüncede düşünmenin görevi, hatta felsefe yapmanın kendisi olarak görülmesi de bu yüzdendir. İdeal bir düzlemde ifade edildiğinde, insanın dünya-içre varlığının amacı, her eylem ve söyleminde Tanrı’yı hesaba katan bir düşünce ufku içerisinde, eşyayı ayete dönüştürmek suretiyle varlığını dünyanın oyunsu ve itibari tuzaklarından kurtarıp, salimen ukbaya taşımak olacaktır. Bu bağlamda vurgulanması gereken en önemli husus ise müteal varlık alanıyla ilişkinin her daim canlı olması gerektiğini vurgulayan böyle bir düşünme tarzının, ilim ve mülkü Allah’a tahsis eden karakteriyle insanı diğer var olanlardan yalıtılmış müstakil bir kendilik olarak kabul etmemesidir. Kişinin kendi bedeni de dahil olmak üzere her şeyin Allah’a ait olarak görüldüğü bir düşünme pratiği, ne kişinin sahip olduğunu vehmettiği bedeniyle ne de diğer insan ve varlıklarla sorumsuz bir ilişki içerisinde olmasını mümkün kılar. Zira insanın kendisiyle ve eşyayla ilişkisinin bir mülkiyet değil emanet ilişkisi olarak görüldüğü bir düşünme pratiği için, sınırsız ve fütursuz bir özgürlükten de bahsedilemeyecektir.
Klasik ahlâk ve siyaset felsefelerinin gerçekleştirilmesi gereken en temel erdem olarak özgürlük ve eşitliği değil adâleti görmesi de söz konusu bütünlüklü varlık fikrinin bir sonucu olmak durumundadır. Klasik düşüncede “bir şeyi olduğu yerine koymak” olarak tanımlanan adâlet kavrayışı bağlamında düşünüldüğünde, insanın, kendisinin dışındaki şeyleri yerli yerine koymadan önce, kendi varlığı hakkında ontolojik bir açıklığa kavuşması gerekmektedir. İnsanın kim olduğu, nereden gelip, nereye gittiği, nerede ne için bulunduğu gibi büyük ve hayati soruların Allah’ı hesaba katan bir düşünce ufku içerisinde yanıtlandığı taktirde hem insanın hem de dünyanın ontolojik statüsü yerli yerine oturacak, böylelikle de dünyanın oyunsu tabiatının farkına varan insan, geçici ve kalıcı olan arasındaki hakiki farkı temyiz edip, imajinatif veya itibari varlık fikrini aşmak suretiyle varlığını ukbayla buluşturma imkanına kavuşacaktır. Bu yaklaşım biçimi klasik dünyada şahitlik veya şehadetin mantığını kavrama bakımından oldukça önemlidir. İnsanın kendisine, diğer insanlara, canlılar ve nihayet eşyaya nasıl nazar etmesi gerektiğini belirleyen temel husus, aşkın veya müteâl bir varlık ve hakikat fikri olmak durumundadır. Varlık bütünlüğü içerisinde kendisine biçilen ontolojik bir konumu olan insan, başıboş bir varlık olmadığı gibi amaçsız ve istikametsiz bir var olan da değildir. Düşünce, eylem ve söylemlerini belirlemek suretiyle insana neye tanıklık etmesi gerektiğine dair bir ufuk sunan söz konusu ontolojik konum, aynı zamanda insanın ahlaki var oluşunun da hangi istikamet üzere serpilip gelişmesi gerektiğini de tayin eder niteliktedir. Buna göre insan olmak, sahip olunan düşünme yetisiyle ayrıldığı hayvanlardan farklı olarak, hazza dayalı ve itibari olana endeksli varoluşun ötesine taşınan bir mahiyete sahiptir. Her ne kadar insan bedensel varoluşu itibariyle eşyada hüküm süren mekanizmalara tabi olan bir varlık olsa da insan varoluşu, dolayısıyla gerçekten insan olmak insanı eşyaya rapteden güçlere indirgenemez. İnsan oluş, sahip olunan güçlerin hakikatle hakikatli bir ilişki içerisinde kılınmasını gerektirdiği için geçici, imajinatif ve itibari varlık alanının hakimiyetinden kurtulmayı gerektirir. Tam da bu yüzden klasik dünya görüşü açısından bakıldığında, varlık bütünlüğü içerisinde insana bahşedilen ontolojik statü hem düşüncenin görevini hem de ahlaki varoluşun istikametini belirlemek suretiyle insanı ulvi maksutlarla buluşturup ve parçalanmadan kurtaran yegâne imkân olmak durumundadır. Öyle ki insanın haya, iffet ve mahremiyet kavramlarıyla buluşmasını sağlayan ve onu hayvani ve süfli varoluştan kurtaran da ukbayla olan aidiyeti nedeniyle insana bahşedilen söz konusu ontolojik statüdür.
Aşkın bir varlık ve hakikat fikrine bağlı olarak insan bahşedilen söz konusu ontolojik statü sayesinde kazanılan temaşa anlamında şahitlik fikrinin, yerini gözlem anlamında şahitlik fikrine bırakması da aşkınlık fikrinin peyderpey terk edildiği ve hümanistik bir düşünme pratiği içerisinde yeni ve insan idrakine indirgenmiş bir aşkınlık fikrinin zuhur ettiği modern zamanlarda söz konusu olmuştur. Kanaatimizce bu sürecin anlaşılmasını mümkün kılan en güzel ifadelerden biri Heidegger’in “gerçekliğin imge halini almasıyla varoluş içerisinde insanın özne olması aynı şeydir.” şeklindeki cümlesidir. Gerçekten de modern düşünceyle birlikte hakikat değer ve anlamın insanı aştığını ifade eden aşkın (transcendent) hakikat anlayışının yerine aşkınsal (transcendental), yani hakikat, değer ve anlamın insan idrakine indirgendiği bir hakikat anlayışı sökün etmiş, böylelikle de “epistemik özne” hakikatin ontolojik zemini “öznenin epistemik imgelemi” de hakikatin resmi olup çıkıvermiştir. Artık theoria eylemi de bir temaşa değil, beşerî deneyim (duyum ve düşünüm) yoluyla insan idrakinde (insanın epistemik evreninde) oluşan ve hakikatin yerine ikame edilen suret veya imgelemi teorileştirme çabasına dönüşmek durumunda kalmıştır. Heidegger’in son derece yerinde ifadesiyle gerçekliği veya dünyayı bir resim olarak kavramak anlamına gelen bu durum, modern düşünceyle birlikte, ontoloji öncelikli düşünme pratiğinin terk edilmek suretiyle gerçekliğin epistemik yollarla inşa edildiği epistemoloji öncelikli bir düşünme pratiğine geçildiği anlamına gelir. Aslına bakılırsa böyle bir dönüşüm, insanın Tanrı, insan ve alemle ilişkisinin müteal/aşkın varlık alanından veya daha yerinde bir ifadeyle aslından kopartılmak suretiyle, insanî epistemik evrene (yani insan idrakinde oluşan resme) ait parametrelere indirgenmesine karşılık gelir.
Modern bilimsel ve felsefî rasyonalizmin tanrı, insan ve alem de dahil olmak üzere her şeyi epistemik pratikler yoluyla insan zihninde üretilen ve gerçekliği temsil etme iddiasındaki teori ve temsillere indirgenebilir kılmasının yanı sıra, natüralizmin doğa dışı veya ilahi olana referansta bulunmaksızın her şeyi doğal, yani akla dayalı nedenler çerçevesinde açıklama cihetine gitmesiyle birlikte, insanı, aşkın/müteal varlık alanıyla buluşturma kaygısıyla zuhura gelen niçin sorusu terk edilmiş, yerine insan idrakine verilen gerçekliği açıklama kaygısının işbaşında olduğu nasıl sorusu ikame edilmiştir. Felsefenin kadim sorusu olan “gerçekten varolan nedir?” sorusunun müteal varlık alanına referansla değil, insan idrakine verilen teori ve temsillere referansla yanıtlanmaya başlamasıyla birlikte, insanın Tanrı, insan ve aleme şehadeti de haddizatında duyum ve düşünüm yoluyla insan zihninde oluşan ve mahiyeti itibariyle görünüşten ibaret olan bir gerçekliğe şehadet anlamına gelmeye başlamıştır. Modern düşünceyle birlikte ruhunu kaybedip bilinç ve zekasıyla tanımlanan insan anlayışı, natüralizmin de etkisiyle birlikte, insanın sahip olduğu veya yaratılışla birlikte aslında insana bir imtihan olarak bahşedilen doğal güçlerini hangi istikamette seferber edeceğine dair ciddi bir perspektif değişimini de beraberinde getirmiştir. Zira meşruiyet ve makuliyetin aşkın/müteal varlık alanınca belirlendiği klasik dünya görüşünün aksine modern düşünce için meşruiyet ve makuliyetin ölçütü akla uygun olduğu düşünülen doğa ve insan aklı olmak durumundadır.
Referans sistemindeki modern zamanlara özgü söz konusu dönüşümün en büyük etkisi, hiç kuşku yok ki düşüncenin insan pratiklerindeki yansımasını ifade eden ahlak alanında olmuştur. İnsanın gerek kendisi gerek diğer insan varlıkları gerek Tanrı gerekse alemle ilişkisinin niteliksel ayrımların işbaşında olduğu amaçlı bir alem anlayışı içerisinde ve insana biçilen ontolojik görev ve sorumluluk muvacehesinde belirlendiği klasik kozmoloji anlayışının çöküp, mekanik bir alem anlayışına geçilmesi, insan varoluşunun hangi istikamet doğrultusunda seferber edilmesi gerektiğine dair bir bilinç ve istikamet kaybını da beraberinde getirmiştir. Şayet doğa dışı veya ilahi nedenlerin belirleyici olmadığı anlamında, matematik-fiziğin yasalarının işbaşında olduğu bir doğa durumu söz konusuysa, bu durumda insanın doğasında bulduğu tüm güçleri en rasyonel bir biçimde realize etmesi ve hem kendi varlığına hem de dış dünyadaki varlık alanına bu doğrultuda şehadet etmesi de son derece meşru ve makul olacaktır. Zaten modern düşünceyle birlikte sökün eden ve günümüz felsefelerine değin değişik formlar içerisinde varlığını sürdüren başat ahlak felsefesinin hazcılık, yararcılık ve türevleri olması da bundan dolayıdır. İnsanın önce aşkın/müteâl varlık alanının kendisine yüklemiş olduğu ontolojik görev ve sorumluluklarından kopartılması, akabinde de sahip olduğu güçleri bizatihi doğal olmaları gerekçesiyle hiçbir aşkın referansa müracaat etmeksizin seferber edebileceği anlamına gelen modern özgürlük telakkisiyle birlikte bilhassa haya, iffet ve mahremiyet başta olmak üzere klasik dünyada insan oluşun, hakkı verilmiş bir anlamla buluşmasını mümkün kılan birçok fazilet de değer kaybına uğramıştır.
Kasım Küçükalp
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ekim-Kasım-Aralık 2024/32. Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 544 76 96
www.siyerdergisi.com