Günah işleme hastalığı, insanın fıtratına kodlanmış olan bir hastalıktır. Fıtrat dini olan İslâm, bizlerden melekler gibi günahsız bir hayat yaşamamızı, sürekli ibadetle meşgul olmamızı beklememektedir. Dinimizin bizden beklentisi ise, günah işlediğimizde en kısa sürede o günahımızdan vazgeçmek için çaba göstermek ve tövbe ederek temizlenmeye çalışmamızdır ki en hayırlı nesil olan sahâbe nesli tam da bunun mücadelesini veriyordu.
Sahâbe nesli, günah işlenmeyen insan topluluğu değildi, onlar günahlarından en kısa zamanda tövbe eden, hatalarından vazgeçen ve en önemlisi de günahta ısrar etmeyen, rıza-ı ilâhiyi bütün davranışlarının temeline oturtmaya çalışan bir nesildi. Üstelik dinimizin kitabı Kur’an-ı Kerim ve Allah Resûlü’nün (sas) beyanları, günahsız bir şahıs profili oluşturmaya yönelik değil, günahına rağmen nasıl hareket etmesi gerektiğini öğreten beyanlardır.
Peygamber Efendimizin (sas) öğretme metotlarından birisi de; konuyu bir olay ve örnekleme üzerinden anlatmak olduğunu daha önceki bir yazımızda söylemiştik. Bu yazımızda da, işlediği günahlardan pişman olarak, temizlenmenin yolunu arayan 100 şahsın katili olan şahsın kıssasını anlamaya çalışacağız.
100 kişiyi öldüren adam
Kıssamızı bize, Ebû Saîd el-Hudrî (ra)[1] rivayet etmektedir: Resûlullah (sas) şöyle buyurdu:
“Vaktiyle doksan dokuz kişiyi öldürmüş bir adam vardı. Bu adam yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir râhibi gösterdiler. Bu adam râhibe giderek: Doksan dokuz adam öldürdüm. Tövbe etsem kabul olur mu? diye sordu. Râhip: Hayır, kabul olmaz, deyince onu da öldürdü. Böylece öldürdüğü adamların sayısını yüze tamamladı. Sonra yine yeryüzünde en büyük âlimin kim olduğunu soruşturdu. Ona bir âlimi tavsiye ettiler. Onun yanına giderek:
Yüz kişiyi öldürdüğünü söyledi; tövbesinin kabul olup olmayacağını sordu.
Âlim: Elbette kabul olur.
İnsanla tövbe arasına kim girebilir ki! Sen falan yere git. Orada Allah Teâla’ya ibadet eden insanlar var. Sen de onlarla birlikte Allah’a ibadet et. Sakın memleketine dönme. Zira orası kötü insanların yaşadığı bir yerdir, dedi.
Adam, denilen yere gitmek üzere yola çıktı. Yarı yola varınca öldü.
Rahmet melekleriyle azap melekleri o adamı kimin alıp götüreceği konusunda tartışmaya başladılar.
Rahmet melekleri: O adam tövbe ederek ve kalbiyle Allah’a yönelerek yola düştü, dediler.
Azap melekleri ise: O adam hayatında hiç iyilik yapmadı ki, dediler.
Bu sırada insan kılığına girmiş bir melek çıkageldi. Melekler onu aralarında hakem tayin ettiler.
Hakem olan melek: Geldiği yerle gittiği yeri ölçün. Hangisine daha yakınsa, adam o tarafa aittir, dedi.
Melekler iki mesafeyi ölçtüler. Gitmek istediği yerin daha yakın olduğunu gördüler. Bunun üzerine onu rahmet melekleri alıp götürdü.”[2]
Müslim’de geçen bir diğer rivayete şöyle bir ek kısım daha vardır:
“Allah Teâlâ öteki köye uzaklaşmasını, beriki köye yaklaşmasını, meleklere de iki mesafenin arasını ölçmelerini emretti. Adamın beriki köye bir karış daha yakın olduğu görüldü. Bunun üzerine affedildi.”
Kıssadan bir hisse
Kıssa içerisinde birçok mesajı barındırmaktadır. Öncelikle kıssayı okuduğumuz zaman, anlatılan şahsın o kadar kişiyi öldürmesi, belki de bize ‘ben bu kadar büyük günah işlemedim, bu kıssanın bana ne katkısı olabilir ki!’ diye düşündürebilir. Evet, belki yüz kişiyi öldürmedik ama onlarca insanın gıybetini, dedikodusunu yapmışızdır, onlarca insanın kalbini kırmışızdır, sayamayacağımız kadar çok dilimiz yalana dolanmıştır ve daha neler neler… Onun için okumuş olduğumuz kıssa, tam da az ya da çok günah işleyenlere hitap eden bir rivayettir. Ayrıca yukarıdaki tavrın tam aksine bir duruş sergileyen, yani bu kadar günahtan sonra Allah (cc) beni asla affetmez, benim sonum cehennem olacaktır ümitsizliğiyle tamamen dinden uzaklaşılan bir tavır daha vardır. Halbuki hiç kimse kendi yaptığı amelleriyle Allah’ın (cc) rahmetine mazhar olamamış, bu rahmet tamamıyla Allah’ın (cc) lütuf ve keremiyle elde edilebilecek bir şereftir. Allah’ın (ra) rahmetini bir okyanus, kendi işlediğimiz onlarca günahı ise o okyanustaki bir damla su misali küçük görerek Rabbimizin (cc) rahmetini dilememiz gerekmektedir. Onun için kimsenin işlemiş olduğu günahlarıyla, Allah’ın (cc) eşsiz rahmetine karşı kibirlenmeye hakkı yoktur. Ayrıca ne kadar günah işlersek işleyelim, kendimizi affettirebileceğimiz, kapısına gidip yalvarabileceğimiz iman ettiğimiz Rabbimizden (cc) başka kim var ki! Ama bu da kesinlikle bizleri şu rahatlığa sevk etmemelidir: Ben ne kadar günah işlersem işleyeyim sonuçta Allah affedecek. Bu düşünce yapısı ise şeytanın, kişiyi Allah’ın (cc) rahmeti ile kandırmasından başka bir şey değildir. Olması gereken duruş ise, her zaman ümit-korku dengesi içerisinde hareket etmeye çalışmaktan geçmektedir.
Havf ve Recâ arasında
Rivayet, bizlere günaha düşmüş ve çıkış yola arayanlara karşı sergilenen iki farklı tavrı göstermektedir. Birisi tamamen karşı tarafı ümitsizlik içerisinde bırakarak kurtuluş yolunun olmadığını söylemek, diğeri ise ne olursa olsun, bataklığa ne kadar batılmış olsa da umut aşılayan bir tavırdır.
Doğru olan tavır ise, hiç şüphesiz ikinci tavırdır. Denge dini olan İslâm, muhataplarımıza karşı ne tam manasıyla ümitsizliğe sevk etmemizi ne de tam manasıyla kurtuluşu kazandığının garantisi vermemizi istemez ve muhatabın durumuna göre doğru üslupla karşı tarafa yaklaşmamızı bekler.
Bununla birlikte adamın yanına gitmiş olduğu ikinci rahibin tavsiyesi kesinlikle önemlidir; o da adamın içerisinde bulunduğu kötü ortamı değiştirmesidir. “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.”[3] ve “İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın.”[4] buyuran Allah Resûlü (sas), bu hakikatleri bizlere bildirmiş ve bulunduğumuz ortama ve arkadaşlık kurduğumuz kişilere dikkat etmemizi istemiştir.
Yola revan olmak
Kıssanın sonunda ise adam varacağı yere bir adım daha yakın olduğu için kurtuluşa ermektedir. Buradan bizim almamız/anlamamız gereken mesaj ise; Allah (cc) bizden ulaşmamız gereken menzile varmamızı beklemiyor, bizden istenilen; o menzil uğrunda yürümek, çaba göstermektir. Menzile ulaştırmak, Rabbimizin (cc) bilip, takdir edeceği bir durumdur. Onun için bizler, zaferden değil seferden sorumluyuz.
Sonuç olarak, ne kadar günah işlenirse işlensin, Allah’ın rahmetinden ümidimizi kesmeden tövbe kapısında hakkıyla beklemeyi bilmeliyiz. Ve bizleri günaha sevk eden ortamlardan, arkadaş çevrelerinden uzak kalarak, sâlihlerin bulunduğu ortamlarda yer almaya gayret göstermeliyiz. Rabb’im, kıssayı rivayet edip, bizlerinde istifade etmesini sağlayan Ebû Saîd el-Hudrî’den (ra) razı olsun ve o kutlu nesli hakkıyla örnek alıp, hayatlarımızı onların hayatlarına benzetebilme yolunda çaba gösterebilme bilincini bizlere nasip etsin. Âmîn…
Nuri Sardoğu
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ekim-Aralık 2017/4 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Detaylı bilgi için bkz. Küçük, Raşit, “Ebû Saîd el-Hudrî”, DİA, X, 223-224.
[2] Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Tevbe, 46,47,48
[3] Ebû Davud, Edeb, 19, Tirmizî, Zühd, 45
[4] Buhârî, Büyû 38; Zebâih 31; Müslim, Birr 146, (2628)