Ümmet ifadesi, millet kavramı dışarıda bırakılarak açıklanamaz. Ne yazık ki günümüzde her iki kavram da yeni semantik müdahalelerle kendi özgün anlamlarından bir hayli uzağa düşürülmüşlerdir. Hem millet hem de ümmet kavramının bugün gerçeklikten çok hayal ve özleme dayalı birer kavram olarak kullanılmaya başlanması Müslüman toplum(lar) için birebir yüzleşme ve hesaplaşma imkânı sunacak derecede önem kazanmaya başlamıştır.
Gelenekte millet kavramı ümmet kavramıyla aynı kavramsal şebeke içinde kullanılmaktadır. Arapçada topluluk anlamında kullanılan “millet” sözcüğü ümmet gibi dinî bir lügatçenin parçasıdır. Kur’ân’da başta Hz. İbrahim olmak üzere diğer peygamberlerin tebliğ edip yaydıkları dine ve bu dinin gerçek mensupları sayılan Müslümanlara da millet denmektedir.
İslâmî literatürde millet kelimesi, “Allah’ın kulları için kitaplarında ve peygamberlerinin diliyle koyduğu esaslar” şeklinde yer alan tanımıyla din ve şeriatla aynı anlam dünyasının değerleri arasında yer aldığı görülmekte, ancak bakış açısına bağlı olarak aralarında fark olduğuna dikkat çekilmektedir.
Günümüzde millet kavramının ciddi bir anlam kaymasına maruz kaldığından söz etmek mümkündür. Bununla birlikte kavramın Müslüman kültüründeki anlamında radikal bir değişiklik sağlamaya yönelik modern manipülasyonların yeterli düzeyde bir başarı elde ettikleri söylenemez. İslâm kültüründe kavram daha derin ve daha kapsamlı tahlillere fırsat veren köklü bir etimolojiye sahiptir ve toplamda bütün Müslümanlar bir ulustan çok güçlü bir dinî aidiyete vurgu yapmaktadırlar.
Öte yandan günümüzdeki kullanımıyla otantik anlamlarından bir hayli uzaklaştırılmaya çalışılan millet kavramı gerçekte din, şeriat, dinde gidilen yol, tarikat, sünnet ve yol anlamlarına gelmektedir. Bu anlam takip edildiğinde hem Musevi, Hıristiyan ve müşriklerin hem de Müslümanların kendi başlarına birer millet olduklarından söz etmek pekâlâ mümkündür. Elmalılı Hamdi Yazır, millet, din ve şeriat kelimeleri arasındaki farklılığı açıklarken şu ifadelere yer vermektedir:
“Din, şeriat ve millet gerçekte aynı şeylerdir; fakat kavram olarak her birinin belli bir yönü vardır. İtikat yönüyle din, amel yönüyle şeriat, birlik, toplama yönüyle de millet denilir. Aslında itikat denilen neyse amel denilen de odur; amel denilen neyse toplanılan da odur. Bu bakımdan millet, bir topluluğun çevresinde toplandığı ve üzerinde yürüdüğü diğer bir değişle, toplumsal ruhunun tâbi olduğu egemen prensipler ve tutmuş olduğu yoldur. Hakkı hak, batılı batıl, eğrisi eğri, doğrusu doğrudur. Demek ki millet toplumun kendisi değildir. Ona cemaat, ümmet, kavm veya ehl-i millet denilir.”
Görüldüğü gibi burada milletle din arasındaki bağı kurmakta oldukça işlevsel sayılabilecek asıl detay, milletin Allah’a değil yalnızca kişilere izafe edilmesidir. Söz gelimi asla “Allah milleti” denmez. Kur’ân’da en çok kullanılan terkip de “İbrahim Milleti”dir. Hz. Peygamber (sas) ve Hz. İbrahim’den (as) sonra gelen tüm peygamberler İbrahim milletine tâbi oldukları için kendi kavimlerini de bu millete tâbi olmaya davet etmişlerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yusuf, “Allah’a iman etmeyen ve ahirete küfreden bir kavmin milletini bıraktım ve babalarım, İbrahim, İshak ve Yakub’un milletine uydum.” demektedir (Yusuf, 12/37-38). Aynı şekilde Hz. Şuayb’ın kavmi de peygamberlerini kendi milletlerine tâbi olmaya çağırmışlardır (A’raf, 7/88).
Bu vurguların izi takip edildiğinde millet kavramının her şeyden önce dinin toplumsal bağlamlarını açıkladığı söylenebilir. Böylece tarih boyunca Müslümanlar İbrahim’in milleti üzere olmuşlardır. Bu nedenle Hz. İbrahim’den beri İslâm’ı kabul eden ve bu din üzerinde bir millet oluşturan bütün Müslümanlar birbirlerini kardeş olarak görmektedirler. Nihayet dinden ümmete giden yolun adı da millettir. Yani millet bir gidişi bir yol tutuşu yani bir sünneti ifade etmektedir; topluca bir yönelimi dile getirmektedir. Söz gelimi İslâm’a, Allah’ın dinine inanan bir kimse ümmet oluşturmaya/olmaya ihtiyaç duymazsa ya da bir mü’min olarak varlığını milletle bütünleştirmezse inancın önemli bir yanını ihmal etmiş olacaktır.
Bu çerçevede İbrahim’in milletinden olmak onun zürriyetinden olmaya işaret eder. Ancak bu zürriyet dinsel semantik içinde ele alındığında bir soya mensubiyetten çok bir referans grubuna dâhil olmayı ifade eder. Nitekim Nuh’un oğlu Allah’a isyan edenlerden olduğu için kendi soyundan olması onu aynı millete dâhil etmeye yetmemiştir.
19. yüzyıldan itibaren hâkim paradigmatik müdahaleler gündelik hayattaki her kavrama olduğu gibi millet kavramına da uzanmış ve onu semantik açıdan çarpıtmayı öncelemiştir. Ulus devlet modelinin tercih edildiği modern devlet paradigmasında millet kavramı ulus kavramının soy ve nesep öncelikli yapısıyla eşleştirilmiştir. Bu kavramsal kargaşa uzunca bir süre etnik kimliklerin milliyetçi yönelimleri konusunda özellikle Müslüman toplumlarda bir kafa karışıklığına yol açmıştır. Yine bu kargaşa içinde “İbrahim’in milleti” kavramının sosyal temsil dünyasındaki ağırlığı kaybolmuş, bunun yerine Türk milleti, Arap milleti, Fars milleti gibi yeni ve modern terkipler kullanılmaya başlamıştır. Oysaki Kur’ân terminolojisinde yer alan millet kavramının bugün Türkçede kullanıldığı şekliyle ulus, budun, ırk, kavim ya da Batı dillerinde kullanılan formuyla “nation”la bir ilgisi bulunmamaktadır.
Millet ifadesi geleneksel İslâm’da din bağıyla birbirine bağlanmış toplulukları ifade ederken günümüzde bu kavram önemli ölçüde anlam kaybına maruz bırakılmıştır. Kavramın Hz. İbrahim’e atfen kullanılan Tevhid etrafında kenetlenme vurgusu günümüzde ırk ve ulus kavramları merkeze alınarak kullanılmaktadır. Artık milliyetçilik dendiğinde kök anlamındaki dinsel aidiyetlerden ve buna bağlı yakınlıklardan ziyade etnik, coğrafik hatta kültürel kodlara vurgu yapılmaktadır.
Soy vurgusunun çekicilik kazandığı modern ulusçu söylemlerde Müslüman toplumları birleştiren ümmet ve millet kavramları ya terk edilmiş ya da kavramın tarihsel ve kültürel ağırlığı zayıflatılmaya çalışılmıştır. Nitekim bugün din karşıtı söylemler içinde sıklıkla suçlayıcı bir itham olarak kullanılan ümmetçilik veya İslâm milliyetçiliği gibi ifadelerle dile getirilen tanımlamalar da son tahlilde mevcut bakış açılarının zihinsel çerçevelerini yansıtmaktadır.
Arapçada topluluk anlamına gelen ümmet ise İslâm’da inancın ve Hz. Muhammed’e (sas) bağlılığın birleştirdiği geniş katılımlı bir grup anlamını taşımaktadır. Millet kavramıyla yer yer benzer anlamlarda kullanılsa bile, yine de onunla arasında önemli bir farkın varlığından söz edilebilir.
Ümm kökünden gelen ümmetin kavramsallaşma süreci Müslüman kültüründe şekillenmiştir. İmam, ümem, ümm gibi kavramlarla ortak bir anlam şebekesi üreten kavramın doğrudan vurgu yaptığı esas anlam, “bir şey üzerinde ittifak etmiş topluluk”tur. Nitekim ümmetler hayır içinde olacakları gibi şer üzerinde de buluşmuş ve ittifak etmiş olabilirler. Dolayısıyla kavramın soy kütüğünden hareket edildiğinde her şeyden önce onun nötr özelliği unutulmamalıdır. İnsanların hangi ideler, idealler ve yaşam biçimleri üzerinde karar kıldıkları, ilerledikleri, kendilerini inşa ettikleri vurgulanmak istendiğinde bu yönelimlerinden hareketle onları birer ümmet olarak tasvir etmek pekâlâ mümkündür. Bu bağlamda birbirinden farklı ve zıt karakterlerin bile ümmet kavramı etrafından buluşma noktası sağladığı söylenebilir: Firavun ümmeti, Muhammed ümmeti vs. Bu nedenle Müslümanların sosyolojik gerçekliğini anlama çabası her şeyden önce ümmet ve millet gibi kavramların köklerini ve yüzyıllar içinde kazandığı anlamları ele almayı gerektirir.
Din dilinde ümmet kavramı daha çok genel toplumsal bütünlükten söz edildiğinde gündeme gelmektedir. Öte yandan İslâm geleneğinde farklı ümmetlerin varlığı sorun sayılmadığı gibi insanlığın tek bir ümmet olarak ihdası da sorunlu bulunmaktadır. İslâmî bakış açısına göre insanlık tek bir ümmetti ve ondan değişik milletler ortaya çıktı. Şayet Allah isteseydi herkesi bir ümmet yapmaya kâdirdi ancak ilâhî hikmette bu çeşitlilik olağan bulunmuştur.
Kur’ân’a göre bütün insanlar başlangıçta tek bir ümmetti (ümmet-i vâhide). Zamanla gerçek (sahih) inançtan uzaklaşılması bu ümmetin parçalanıp dağılmasına yol açmış ve peygamberler gerçek olan sahih inancı insanlara her seferinde yeniden sunmuştu. İslâm’a göre ümmet edilgen bir toplum değildir aksine yaşam biçimi, ilkeleri, dünya görüşü ve kültürü inançla belirlenmiş evrensellik iddiası taşıyan bir örgütlenmedir. Dolayısıyla İslâm’da ümmete belirli görev ve yükümlülükler yüklenmiştir. Aslında bu görevler ilâhî buyrukların geçerliliğini sağlama ve yaygınlaştırma yönündeki tüm etkinlikleri içermektedir.
Kur’ân’da her ümmete bir peygamber gönderildiği bildirilmektedir. Bazı peygamberler kendi dönemlerindeki tüm insanlara gönderilmişlerdir. Dolayısıyla bu insanlar da söz konusu peygamberlerin ümmeti olarak tanımlanmaktadırlar. Mesela baskın bir yoruma göre Hz. Muhammed (sas) döneminde ve sonrasında yaşayan tüm insanlar tek bir ümmettir, yani “Muhammed ümmeti”dir. Muhammed ümmetinin bir bölümü onun davetine uyup Müslüman olduğu hâlde onun dışındakiler henüz bu çağrıya kulak verip uymamıştır.
Ümmet bütüncül anlamıyla sosyolojinin konusu olarak ele alınabilir. Gerçekte kavramın bileşenleri arasında mill(iy)etler, mezhepler, cemaatler, inanç grupları, dinî oluşumlar, kültürler, gelenek ve örgütler kendine özgü nitelikleriyle yer alırlar. Bir ümmeti inceleme konusu olarak ele almak gerçekte o ümmette yer alan her tür yatay ve dikey hareketliliği, söylem ve dil çeşitliliğini ele almayı gerektirir. Bir ümmet topluluğunun sosyolojik gerçekliğine odaklanan her çalışma, kaçınılmaz bir şekilde o yapının köklerine, dinsel, tarihsel, kültürel ve entelektüel müktesebatına dikkat etmek durumundadır. Ümmet, hemen her yeni kuşağı bir önceki kuşakla irtibatlı kılmayı önceleyen, bu bağlamda geçmişin bakiyesiyle yeninin tasavvur dünyası arasındaki kopukluğu telafi etmeyi zorunlu kılan bir bütünlük arayışından beslenir. Bu nedenle bir Peygamberin ümmetinden olmak bütün bu süreklilik içindeki bir anlam dünyasına dâhil olmak demektir.
Necdet Subaşı
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Nisan-Mayıs-Haziran 2020/14 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com