İnsan iyiliği ve kötülüğü eğilimli varlık olarak yönlendirmeye açık bir fıtrata sahiptir. Yaratıcı, insanı iyiliğe yönelmesini telkin/tavsiye ederken önce iyiliğin ne olduğunu tanımlar. Kötülüğün varlığı, iyiliğin tercih edilmesi ve imtihanın kazanılması için kaçınılmazdır. İlk insandan günümüze ve geleceğe iyiliğin kötülük ile mücadelesi, yeryüzünde insan var oldukça sürecektir.
İmtihan için kötülüğün varlığı kaçınılmaz. Kötülüğün varlığı olumsuzluk taşımaz. Kötülüğün kesbi/kazanılması olumsuz etki oluşturur. Kişisel ilişkilerdeki konum toplumsal boyuta da aynı oranda yansır. Bir toplumun kalitesi insanların ne kadar tüketim yaptıkları üzerinden değil, birbirlerine katlanma oranları ve paylaşılan iyilik kalitesi üzerinden anlaşılır.
İnsanın toplumla, toplumun kâinatla kurduğu ilişki ilahi güzergâhta bölünmez parçalanmaz tevhid merkezli tevarüs ettiğinde iyilik yeryüzünü ihyâ etme imkânı bulur. Kitap, yanlış kader anlayışı ile kötülüğü kaçınılmaz görenleri uyarır. Kur’ân, Allah’ın kullarına zulmetmeyeceğini; insanların birbirlerine zulmettiklerini bildirir (Yunûs, 10/44).
Adalet, merhamet, sevgi ve cömertliği ödüle layık gören İslâm’ın söyleminde iman ve salih eylem bütünlüğü toplumun kalitesini oluşturma ve devam ettirmede temel dinamiktir.
Bir başka ifade ile yeryüzünde bulunuş amaçlarına Kur’ân’ın referansını kabul edenler doğal olarak ortak bir misyon üstlenmiş olurlar: “İyiliği yaygınlaştırma, kötülüğe engel olma“(Âl-i İmrân, 2/104).
İlâhî söylem insanı ve toplumu dinamik bir kapsam içine çeker ve kuşatır. Mü’minler birbirlerinin âzâları gibi bütünleşirler; keder ve sevinçlerinde ortak bir ruha kavuşurlar. Bu hâl bir millet/ümmet olma hâlidir. Bu kıvamdan sonra öncekilerle sonrakiler; uzaktakilerle yakınlar arasında mesafeler erir. Hz. Âdem’den son Peygamber Hz. Muhammed’e (sas) uzanan çizgi tevhidî kuşağının mü’minleri olurlar. Sadece şeriatler kavimlerin ve koşulların durumlarına göre değişim gösterir. “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten meneder ve Allah’a iman edersiniz…” (Âl-i İmrân 2/110).
İnananların adaletle muamele etme zorunluluğu vardır. Nerede ve hangi şartlarda olurlarsa olsunlar adalet mü’minin karakteri olmak zorundadır. Bu özellikten ötürüdür ki İslâm medeniyeti içinde farklı dinler ve kültürler en az sorunla yaşayabilmişlerdir.
Müslümanların bir millet olarak ortaya çıkmaları ayette vurgulandığı gibi dünyadan daha fazla pay alabilmek için değil; kötülüğü engellemek ve iyiliği hayata taşımak içindir. Bu itibarla oluşan ümmet iradesi açık ve net referansa sahip, insanlığa deklare edilmiş bir söylem üzerine kuruludur. Tahrif edilmiş dinler ve beşerî söylemlerin insanlığa sundukları böyle bir iddia mevcut değildir. Onların anlık çıkarları vardır ve kendilerini adaletle “bağlama” sorumlulukları yoktur.
Adaletin yeryüzünde iyiliği inşa etme görevi ancak ilâhî referanstan beslenmek ile mümkün olabilir. İnsanı ihata eden ve aşan ölçü ve ona uyan insan topluluğu diğer adıyla ümmet iradesi yeryüzünde barışı koruyabilir ve iyiliği sürdürebilir bir imkâna dönüştürebilir. Fitnenin, dayatmanın ortadan kalkması insanların tercihlerini serbest yapabilmeleri için ümmet iradesinin varlığı kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkar. Siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik olarak adil bir anlayışın mekâna ruh vermesi adına ümmet olmak bir zorunluluk, olmazsa olmaz durumuna denk düşer.
Günümüz dünyası aydınlanma düşüncesinin etkinliğinde gelişen teknolojinin örgütlediği postmodern aşamayı temsil ediyor. Hâkim atmosfer kaos. İnsan yerini kaybetmiş durumda. Emevî, Abbâsî, Endülüs, Osmanlı dönemlerinde İslâm medeniyeti olarak dünyayı etkileyen ümmet iradesinden günümüzde söz etmek mümkün değildir. İslâm âleminin içinde bulunduğu “Ümmet olamama” hâlinin nedenleri üzerinde durmak durumu tespit etmek açısından bir zorunluluk teşkil eder.
Ümmet Olmanın Önündeki Engeller
1- Başkasının/Batı’nın öyküsünü merkeze alma:
Batı Orta Çağı’nda egemen olan kilise kurumunun, dinî tekelinde tutmasıyla Katolik mezhebi üzerinden oluşan çileci din anlayışı aklı tamamen devre dışı bırakmıştı. Dolayısıyla aklın geri düşmesi üzerinden Protestan mezhebi kilise ile birlikte dini sosyal hayattan çıkarıp kişisel motivasyon unsuruna düşürdü. Ve oryantalistler bu öyküyü bütün dinlerin yaşaması gerektiği üzerinde durdular. Aydınlanma ile eş zamanlı olarak devreye giren teknolojik gelişmelerin batının elinde illüzyon etkisine dönüşmesiyle “Din terakkiye manidir.” hurafesi İslâm dünyasında farklı tonlarda karşılık buldu. Oysa bu öyküdeki unsurlar İslâm dünyası için geçerli değildir.
İslâm’da ne aklın yasaklanma sorunu vardı ne de “meali” kendi uhdesinde tutan kurum. Tüm aksine İslâm sivil ulema eliyle tefsir ediliyordu. Devletin uhdesine girmeye karşı direnen, şehit edilen mezhep imamları bunun açık örneklerindendir. Endüstriyel sürecinin ortaya koyduğu marifet savaşlara başarı olarak teknoloji üzerinden yansıyınca panik, şaşkınlık, hayranlık ve taklit süreçleri ile başkasının öyküsünde kendini bulma dönemi başlamış oldu. Kendinden/değerlerinden kaçma süreci diyebiliriz buna. Başka ifade ile göz kamaşması.
… Çok yönlü analiz yerine parlayan çeliğin büyüsüne kapılma.
2- Ulus devlet anlayışının getirdiği tortulardan kurtulamamak:
17. yüzyılda ortaya çıkan ulusçuluk bir veba gibi hızla yayıldığında bundan en büyük zararı çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı gördü. “Her ulusun kendi kaderini belirlemesi” mottosu üzerinden yürüyen yaklaşım sonucu Osmanlı coğrafyası dört bir yandan çözülmeye durdu. Ulus devletler artık İslâm halifesinin etki edemeyeceği yapılardı. Bu durum ipin kopması, tespihin dağılması ve imamesinin bulunamayacağı anlamına geliyordu.
Düşündüğümüzde büyük bir birlik ruhunun bütün enerjisinin boşalması anlamına gelen durumda her ulus bir tespih tanesi mesabesinde varlık oluşturacaktı. Öyle de oldu. Biraz toprak, bir bayrak ve kışkırtılmış bir söylemle ortaya pek çok ulus devlet çıktı. Ümmete ait değer kategorisi okyanus büyüklüğünü öngörürken ulus devletler küçük “göletler” mesabesindeki varlıklarını korumak için egemen güçlerin gönüllü kölesi olma durumundaydılar. Ulusal kahramanlar ırktan neşet eden üstünlük dünyası ile günümüze kadar gelen ulus devlet, küreselleşen yırtıcı kapitalist düzenin talebi doğrultusunda yeni konumuna doğru yola çıkmış durumda. Halkı Müslüman bir ülke aynı konumdaki kardeş ülkeye “yabancı” tanımı ile yaklaşıyor.
Kardeşlik bağının ırk temelli cahiliye tercihine kurban edilmesi, ümmetin önünde aşılmaz bir engel olmayı sürdürüyor.
3- Yetkin ulema eksikliği:
Batı karşısında hayranlık ve edilgen olma halinin ulus devlete yansıması ile özgün âlim yetiştiren zemin kendiliğinden ortadan kalktı. Medreselerin kendini yenileyememesi, geçmişe ait birikiminin kullanılamaz hale getirilip istifade düzleminden koparılması, ulus devlet kalıplarının içinden cari din algısının üretime icbar edilmesi düşünce dünyasının kısırlaşmasını doğrudan etkiledi. Ulus devlet anlayışını kutsamayan ümmet paradigması ile bilgi üreten ulemanın önü kesildi. Bilginin mahiyeti değişirken âlimin profili de yeni anlayışı destekleyen Batı merkezli normlar üzerinden konumlandırıldı. Teoloji okullarından Batılı normlarla yetişen kişilerin taltifi ve onayı aynı adreslerin bilgi disipline teslim edildi. Günümüzdeki İlahiyatçı tanımının taşıdığı iddia bu eklektik, nesnel bilginin tuzağından uzaklaştığı oranda olabilmektedir.
Ülkemizde hikmete yolunu düşüren, uzak ve yakın tehlikeyi görüp bu yönde çaba gösteren ulemanın eksikliği büyük bir ihtiyaç olarak kendini gösteriyor. Derdini sermaye bilen ve iktidarlara benzeri güçlere aldırmayan, düş gören, düşünce üreten ulemânın yerini farklı topluluklar doldurur oldu.
Arapça bilen ve bunun “sihrine” yaslanıp malûmat (-) taslayan, İslâm’ın bir ucundan tutup diğer ucundakini düşman edinen parçacı “hocalar” kısır tartışmaları körüklemek dışında risk almıyorlar. Kimi bâtını bilgiyi kimi modernist bilgiyi kutsuyor ve birbirlerine çattıkça var oluyorlar. Bütün İslâm aleminin kendi meşreplilerine dâhil olmasıyla kurtulacağını vehmederken ümmetin önünde şişmiş egolarıyla engel olduklarını görmüyorlar. Hemen her ülkede aynı tiplerden çok sayıda mevcut. Bu tipler içinde dünyayı namludan gören de var, fikirlerini silaha dönüştüren de.
4- İctihad boşluğu:
İslâm’ın meşrutiyeti sağlayan referans konumundan indirilip kişisel ibadet düzeyine, tercihine bağlı parçalı bir zihnin imkânı olarak daraltılmasıyla sosyal alanda büyük bir boşluk oluştu. Ortaya çıkan boşluğu doldurmak ithal değerlerle başkalaşıma açık bir durum oluşturdu. Zihin taşımacılık sonucu ortaya çıkan sorunlar taklit edilen medeniyetin telkinleriyle dolduruldu. Bu aynı zamanda İslâm medeniyetinin yabancılaşma sürecine girmesi anlamına geliyordu.
İslâm şahitleri ve yeni şartları dikkate alarak köklere bağlı gelişme açılım gösteren özelliği ile bütün zaman ve mekânları ihata eden özelliğe sahiptir. Günümüze geldiğimizde siyasal, kültürel, ekonomik ve idari alanda güne (göze) “girmeyen”, tavrını ortaya koymayan, neticede çözüm üretmeyen bir din görüntüsü İslâm’ın özüne yakışmamaktadır. Şüphesiz bu sorun İslâm’ın sorunu değil Müslümanların sorunudur. Allah’ın rızasını taşır İslâm. O meşruiyet ilanıyla helal ve haram diğer yönüyle iyi kötüyü belirler. İslâm’ın özünde saklı çözümü karşısında ulemanın bulup çıkarması ictihadla mümkündür. Çağımızda toplumsal alandan izole edilen İslâm’ın yerine meşrulaştırıcı farklı referansların kullanılması medeniyet gemisinin su alması anlamına gelir. Günün sorunlarını dinden uzak taşıma çözümlerle çözmek aynı zamanda insanımızın kimliğinin de flu olacağı anlamına gelmektedir. İctihad eksikliğinin iki boyutu söz konusu: İlki modern ulus devletin böyle bir talebinin olmaması, ikincisi ictihad yapabilecek ehliyete sahip ulemânın bulunmamasıdır. İctihad yapılmayınca ekonomide katılımcı, paylaşımcı; siyasette liyakat ve istişare; sosyal hayatta dayanışma ve yardımlaşma kâmil manada gelişmedi ve yerli yerine oturmadı.
5- Eğitim sistemindeki çarpıklık:
Eklektik bilgi parçalı bir bünye oluşturur ve sağlam karakter inşa etmede yetersiz kalır. Yaşadığımız çağ ahlâkî değerleri yaşatmada aciz kalışı ile maluldur. Halkı Müslüman ülkelerdeki eğitim anlayışı seküler dünyanın öngörüsü ile yerel ihtiyaçlar arasında sıkışmıştır. Becerinin olabildiğince karşılandığı faziletten kopuk bir eğitim sistemi, küresel sisteme müşteri yetiştirme ve bulunduğu ülkenin eğitimini rahatsız etmeyen bir profili amaçlar. Bu eğitim metodu ümmetin coğrafyasında zuhur eden ulus devletlerde hüküm sürmektedir. Dolayısıyla ideal model üretmede sıkıntı çekilmekte ve bütün iyi örnekler Saâdet Asrı’ndan verilmektedir. “Hesap günü” bilincinden kopuk bir eğitim anlayışının adalet ve ahlâkı ıskalayacağı açıktır. Böyle bir sistemde, başarının, yırtıcılığın bir ifadesi olarak tabanda yoksulluğu artıracağı aşikârdır. Ulusalcı, seküler, laik ve ırkçı bir eğitim anlayışı ne kadar yaldızlı sunumla ortaya konulmuş olursa olsun İslâm’ın cahiliye adlandırılmasından kendini kurtaramaz. Bu eğitimler insanın karakter bütünlüğüyle ve kazanılmış değerlerle karışıklık göstermez. Kimse doğuştan ayrıcalığa sahip olamaz. Böyle kabul edilen her yerde zulüm var demektir. İnsanlar imân edip erdem yolculuğuyla değer kazanırlar. Erdemden kopuk bir eğitim anlayışının nasıl bir sonuç doğuracağını anlamak için yaşadığımız dünyaya bakmak yeterli olacaktır.
6- Postkolonyal aydın tipi:
Batı’ya öykünmesiyle başlayan süreçte kendi insanından, insanının inancından kaçan/utanan bir aydın ortaya çıktı. Bu aydın tipi, muhafazakâr biçimde kendini yenilemeden varlığını titizce koruyor. Oryantalistleri akıl hocası seçen bu aydın portresi bilgiyi kabuktan anlamak gibi bir özelliğe sahiptir. Bilginin taassuba izin vermeden araştırılması, geçmişten geleceğe hikmet ile taşınması konusunda zahmete katlanmamak üzere konumlanan bu aydın tipi, ülkemizde Kemalist profil olarak karşımıza çıkar.
Her kavmin kulağına fısıldanan “sen daha üstünsün” iddiasının içi boş olmasına izahtan vareste bulunmasına rağmen her daim kullanışlı bir durum oluşturmuştur. Kur’ân “bir anne ve babadan” geldiğimizi bildirerek tek cümleyle bu cahiliye mantıksızlığını bertaraf eder. Herkesin kavmiyle övündüğü yerde, Selmân-ı Fârisi’nın sıra ona geldiğinde “Ben İslâm’ın oğluyum.” demesi ve Ömer’in “Ben de Selmân’nın kardeşiyim.” deyişi bir yankı olarak kulaklarda yer edinen küpe olamadı. Şeytanın vesvesesine ram oldu kulaklar. Milliyetçiliğin yetmediği yerde devreye mezhepler alınır.
Kendi mezhebinin görüşünün dışındakileri sapmış, helak edilmiş olarak telakki etmek de ırk fonksiyonun işlemediği yerde devreye alınan kullanışlı bir diğer faktördür. Dinin asıllarından ayrılıp kendini kurtulmuş olarak görmenin ifadesi olan bu durum yeterli bilinç düzeyinin uzağında olma anlamına gelir. Her iki konumda da ilmin uzağında izahtan ziyade üstünlük arama duygusu ile karşılanması mümkün gözüken çokça siyasi malzeme olma durumunu ve istismarı içeren bir tavırdır. Günümüz dünyasında şehir büyüklüğünde irili ufaklı pek çok devlet, devletçikler halkları bu iki milliyetçiliğe veya birine düşer durumdadır. Ulus devlet bürokrasileri bu durumu teşvik ettiği gibi eğitime de konu etmektedir.
7- Bağımsız olamamak:
II. Dünya Savaşı sonrası oluşan ulus devlet modelli halkı Müslüman ülkelerin hepsini aynı siyasî sistem üzeri ele almak isabetli olmaz. Kimi küçük krallıklar, kimi bölünme potansiyeli ile gününü bekleyen, Türkiye gibi imparatorluk bakiyesi ülkeler siyasi, idari ve halkın yapısı itibarıyla pek çok fedakârlıklar içerirler. Ancak istisnasız hepsinin ortak yanı da dönemin iki kutbu ABD ve o zamanın adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’ne bağlı olmalarıdır. Öte yandan petrol ve yeraltı zenginlikleriyle bağlı oldukları güçler tarafından “önem” verilen ülkeler teknoloji ve silah yönüyle dışa bağımlı konumlarıyla ortak paydaya sahiptirler. Öyle ki üretilmiş teknoloji konforunun tüketicisi olmak zamanı geldiğinde büyük bedele karşılık gelir. Sözünü ettiğimiz güçler ve ikinci dereceden Avrupa ülkeleri ile siyasi ama ondan da ötesi endüstriyel bağımlılık ilişkisine giren ve bu durumdan zaman içerisinde kurtulmayı düşünmeyen halkı Müslüman ülkelerin başlarındaki yöneticiler bu ilişkiyi “patron” adına belli bir süre sorunsuz görüntüsü ile yürüttüler. Aynı güçlerin verdiği bağışlar, açtığı şartlı kredi imkânları zaman içinde bağımlılığın oranının ifadesi olarak görüldü. Saddam yönetimindeki Irak’ı düşündüğümüzde olanı biteni ve tekrar olarak olanı düşünmek isabetli olacaktır. Batı’nın temsilcisi olarak onların tanıdığı inisiyatif alanıyla ülkelerin başında bulunan idareci sınıfı, Batı’ya yaranmak ve kraldan çok kralcı olarak halka zulmetmekten geri durmadılar. Batılı güçler beğenmedikleri yerli kalmaya çalışan hesaplarını bozan yöneticileri, halkın desteğini düşünmeden devirip yerlerine daha muti temsilcileri getirip onlara maddi manevi kredi açtılar. Üstelik bu davranışlarını kutsal kabul ettikleri demokrasiyi ve insan haklarını çiğneyerek yapmakta bir beis görmediler. Arap Baharı adıyla yeni düzenlemelere yeltenmede geri durmadılar. Buna rağmen halkının talebine kulak verip emperyalizme direnmeyi İran dışında göze alan çıkmadı. Bir patronla yaşamak çok yönlü problemlere açık olmak demektir.
8- İç Çatışmalar:
Bir zamanlar aynı sancağın altında kardeşçe yaşayan insanlar ulus devlet konsepti sürecinde toprak sorunları, ırk taassubu, mezhep çıkmazı yüzünden ve en fazla mensubu oldukları “patronlarının” çıkarları için siyasi rakip oldular, birbirlerinden uzaklaştılar. Düşmanlarının kaşıdığı yaralar yüzünden birbirine düşman kesildiler ve gün geldi, tekbir getirerek karşılıklı saldırıya geçtiler. Filistin, Keşmir ve benzeri kadim sorunlar ve yaşanan tarihi süreçte düşman ve dost konseptlerinin gösterdiği değişiklikler ile ibret verici tablolar ortaya koyar. Ayrıca özellikle Körfez bölgesini ve Afganistan’da yaşanan saldırı ve işgaller, ezilen bir dünyanın anlayışını hassas hâle getirdi. Ortaya çıkan savaş mezhepleri kendi halkı dâhil her yana ateş eder hale geldi. Tekfir kolaycılığı aslında 200 yıllık baskının dışavurumu olarak yine “patronların” hesabına hizmetleri ortaya çıktı. Silah üretiminin tüketicisi olmanın yanında dünya ölçeğinde İslâm’ı saldırgan gösterip terörizmle eşitleme girişimi hiç de küçümsenmeyecek bir mesafe kat etmiş oldu. Emperyalist ülkelerin işgal ve saldırısı yetmedi, daha konforlu olan, içimizden devşirilen insan unsuru ile terör örgütü aracılığıyla kurgulanan savaşların kurbanı yine biz olduk. Birbirimize düşman kılınmamız öylesine kolaylaştı ki tarih üzerine geliştirilen küçük yorumlar özgüvenden yoksun bünyemizi harekete geçirmede hiç de zorluk çekmiyor. Kitabında Hucurat Sûresi bulunan bir ümmetin geldiği aşamayı izaha hiçbir alfabe yetmiyor artık. Kardeş kardeşin hedefi ve ikisinin elindeki silahın markası aynı adrese ait. Ölen kim olursa olsun son haykırışı “Allahûekber” olacak. Böylesine dramatik aşamada bütün varlığımızla düşmanımızın emrinde, onun hizmetinde yapamayacağımız şey yok. Ulusal çıkarlarımız oltanın ucuna takılan ve her defasında bize değişik görünen/gösterilen nedenlerimiz, neden diye soramadığımız nedenlerimiz öylesine ölme ve öldürme yatırımımız. Düşmanlarımız için kendimizi öyle kullanışlı hâle getirdik.
9- Dünyevîleşme:
Kimliğini kaybeden, dünyaya haz üzerinden entegre olan bir kitle olarak sunulan hiçbir şeye “hayır” deme cüreti gösterilemez. Hazlarımız, taleplerimizle celladımıza hayran ve onun en gönüllü müşterisi durumundayız. Hesap gününü bir bilgi türü olarak devreden çıkarmak taraf bilincinin erozyona uğramasıyla neticelendi. Kültür talebi tüketimi seküler anlayışla örtüşen bir söylemin farklılığından söz etmek mümkün olmaz. Alabildiğine iştahlı, sorgusuz sualsiz Batı’nın müşterisi olmak, bu durumu faşist boyuta taşımak hastalıklı hâlimizin ifşasıdır. İslâm ülkelerinin kendi aralarındaki kültürel ve ticari alışverişin hacmi, kıymeti harbiye teşkil etmez orandadır. İlâhî söylemin referans olmadığı yerde hayatı tutkular yönetmeye başlar. İbadet hayatı ile sosyal alanın birbirinden ayrılması parçalı bir zihin ortaya çıkardı. Kazanırken, harcarken dünyevî bir kimlikle hareket eden “Kitab”ı eylemden uzak tutan mûhkem ölçüsünün bilgi kültür ve irfanını hatırlamayan bir kitle, sosyal medya marifeti ile kurguladığı bir hayat tarzını yaşar oldu. Yöneticisiyle, halkıyla tüketim kültürünün gönüllü kölesi haline gelmek, hazların özümüze koyduğu ve koyacağı her ürünün abonesi olduğunuzun bir ifadesiydi. Geriye dönük medeniyetimizin karakterini yaşatacak ilim ve irfanı yeniden üretmek yerine ışıldayan vitrinlerin müşterisi olma kolaylığına yöneldik. Özüne dönmek isteyenler, özeleştiri yapanlar sorguya, tecride, cezaya müstahak görüldü. İletişim hızlandıkça hızlandı ve bize hep bizden uzak şeyler taşıdı. “Nereye gidiyoruz?” diye soramadı İslâm dünyasında insanlar. Bu soru “suç” kabul edildi. Çünkü ulus devletlerin kıblesi devlet eliyle Batı’ya çevrilmişti. Ülkenin başında Batı’nın bekçileri bulunuyordu.
10- Hakikat Bilincinin Bulanıklaşması:
Saydığımız bütün maddelerin hülasasını ifade eden hakikatin bulanıklaşması, kaybedilenin fark edilmemesi ve dolayısıyla da aranmamasını ortaya koyuyordu. Varlık tasavvuru ve onun bilgi anlayışı ve bilginin pratiğe yansıması bir medeniyetin ayırt edici özellikleridir. Varlık tasavvuru yok olduğunda diğerleri kendiliğinden yok olur. İslâm dünyasının ümmetten çözülüşü bunu ifade eder. Varlık tasavvurumuz bulanıklaştı, kullandığımız bilginin kimliği Prometosçu. Varlık tasavvurunda insanın meramı “olanı olduğu gibi” bilmeye yöneliktir. Nakıslarla mâlul bir varlık olan insan, bütün çabasına rağmen “olanı olduğu gibi” bilmeye yetmez.
Bu hakikâtin bilgisidir ki bunu sadece Allah bilir ve biz O’nun bildirdiği kadarını biliriz.
Bu da vahye tâbi olmakla mümkün olur. Âlem-Allah ilişkisini bu mûhkem bağ üzerine kuran Müslüman, Allah’ın ipine tutunmuş, hakikatin kopmaz halkasını yakalamış olur ve üst kurucu bilgi varlık tasavvuru böyle oluşur. Müslüman, zihin konumlanışını özgün kurma imkânı elde etmiş olur. Aydınlanma felsefesi izlediği Aristoteles, Descartes, Kant çizgisi ile tanrıyı öznenin nesnesi konumuna, postmodern algının izafiyet içeren mahiyetine teslim etti ve dünya bu episteminin sınırlarına çekildi. Neticede hakikat izafiyet güzergâhında eritildi. Her şeyi tutan o şey “kopmaz halka” kişiye göre değişkenliğe kurban edildi. Hakikatin varlığı ve netliği tartışmaya açık hâle getirilince kişiye göre hakikatler, küçük harfle “mümkün” hâle gelmiş oldu. Şimdi Müslümanlar da duvardaki soyut resme bakıp ressamın ne anlatmak istediğini izaha koyulmuş durumdadırlar. Aslında resme bakarken kendilerini hazlarına, tutkularına yol verecek sonucunu düşünmedikleri heveslerinin izdüşümlerini dile getiriyorlar. Hakikat göreceli hale geldiğinde tartışılmaz olan kabule şayan hiçbir şey kalmaz. Tartışmada güçlü olanın etkisi bir şekilde tebarüz ettirir.
Düş Görme Mesafesi
İnsanlığın hayrına çıkmış bir ümmetten herkes istifade eder. Kâinat dâhi kendine kardeşçe ve ölçü ile yaklaşan insanları barındırmaktan mutlu olur. Her yönüyle şiddet yüklü yırtıcı bir çağdayız. Alabildiğine silahlı, tehlike yüklü ve paylaşımdan uzak. Çünkü insan cahil, bencil, kan dökücü, menfaatine düşkün. Sözü ve talebi de bu yönde insanı ölçüye taşıyacak; barışı, adaleti kaim kılacak muhkem bilginin varlığı ve diriltici ruhu ile güne ve geceye giren bir hayatın varlığı Muhammed (sas) ümmetinin birliği ile gücü ile ancak mümkün olabilecektir.
Dünyanın yeniden adalet ve merhamet iklimine girmesi için ve insanın yeniden şerefli yerine dönebilmesi için ümmet olma saati tekrar kurulmayı bekliyor. Şüphesiz kolay değil. Yerleşmiş zihinlere kadar yürümüş cahiliye alışkanlıklarından vazgeçmek, kişi düzeyinde toplumsal boyuta yenilenmek kolay değil ancak bu yol kaçınılmaz huzur ve kurtuluşun istikametidir.
Bir süreç dâhilinde uzaklaşıp yok olanı önce aramaya çıkmak gerek. Dinmeyen bir özlemle önce yanıp kavrulmak gerek. Bütün İslâm ülkelerinde bu özlemle kavrulan on binlerce insan yaşamakta. Ellerini barış adına, yeryüzüne iyilik taşımak adına üst üste koymaya hazır pek çoğu genç iradenin oluşumu, gelişimi ve bütünleşip vücut bulması acelesiz ama çabuk, telaşsız ama heyecanlı bir süreci gerekli kılmaktadır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki böyle bir “düş” her mü’min için vacip bir durumdur. Haklar düzeyinden başlayıp yöneticiyi yönlendirmek her zaman daha sağlıklı olmuştur. Farklı bir cihette de yaşadığımız dünyanın gerçekliğini hesaba katarak, hayalperest olmadan sabırla aşılacak merhaleleri başarıyla yönetme ihtiyacı söz konusudur. Bu konuda “sözü ve gönlü senet olan” insanları öncü kılmak gerek. Yunus der ki: “Gelin tanış olalım/ Sözü kavi kılalım/ Sevelim sevilelim/ Dünya kimseye kalmaz.” bu kardeşliği ahiretteki sonsuzluk bilinciyle ele almak ve fitneye kulak tıkamakla başlayan bir yaklaşıma ihtiyaç vardır.
- Bu adalet düzeninin korunmasında küçük pratikleri ve düşünce düzeyindeki teorileri kıymetli bulup çoğaltmaya yönelmek gerek.
- Bu merhamet rüzgarına sunulacak bütünleştirici her sesi gayret ve nefesi mezhebine meşrebine ırkına bakmadan muteber kabul etmeye ihtiyaç var.
- Halklar ve sivil toplum düzeyinde ticari ve kültürel fuarların kurulması iç turizmin hızlanması öncelikler arasında yer almalı.
- Birliğin her şeyi teke indirmede olmadığı tevhid ekseninde çok sesli ve çoğul bir yapının ancak ümmet kubbesi olacağı unutulmamalı.
- Vahyi referans olan herkesin bütün farklılığa rağmen kardeşçe bütünleşecek ve kendini ifade edebileceği insanı önemseyen ve bütün yönleriyle dikkate alan bir anlayış zemini kurmak gerek.
- Ayrılığa düşülen konuları arkaya, mutabakatları öne alarak diyolaga geçilmeli pratikler ahlâkî düzeyde yürümeli.
- Geçmişte yapılan bütün yanlışları bir ibret konusu olarak ele alınmalı ve insafla değerlendirmelidir.
- Bilgi ve deneyim eksikliğini göz önünde tutarak büyük bir sabırla yaygın eğitim çalışması başlatılmalı.
- Ayırt etmeksizin oluşturulacak kurula her ülkeden tercüme eserle kültürel hayat zenginleştirilmeli.
- İslâm ülkeleri arası kültürel programlar spor müsabakaları için yönetimler teşvik edilmeli çeşitli ödüller ihdas edilmeli.
- Her türlü fitneye karşı sükunetle ve ilkeli yaklaşımla “ehli kıble tekfir edilmez” düsturuyla karşı durulmalı.
- Irklar ve ülkeler arası eşit mesafede yer almaya özen gösterilmeli ve birlikteliğin kemâle doğru bir yolculuk olduğu unutulmamalıdır.
- Süreçleri yönetecek üst meclis ve pek çok kurulda yer alacak insan profili yapıcı, problem çözücü, toleranslı ve özlem yüklü olmalı ve ülkelere göre dağılımı eleştiriye mahâl vermeyen yapıda olmalı.
- Halklar düzeyinde yaşanacak sağlıklı yakınlaşma, paylaşma, gelişme ve genişleme süreçleri güveni geliştirecek ve yönetimleri de doğrudan etkileme gücüne ulaşacaktır.
- Yaşadığımız dünyanın gerçekliğini dikkate alarak hareket edildiğinde sınırların kaldırılması hayali yerine, her şeyin olduğu gibi kalması ancak siyasî, kültürel ve ekonomik kurumların fonksiyoner olması önemli olduğu anlaşılır. Sosyal dayanışma bilginin dolaşımı ekonomide ortak para birimi düşüncesi tedricilik içinde devreye alınabileceği bir güvende basamak basamak yükselişe geçecektir.
Bu süreç çalışırken ırk ve mezhep milliyetçilerinin iç ve dış mihraklarca kışkırtılması tekfir ve takiye gibi sorunları canlandırılmasına karşı doyurucu bilgilendirme yapılmalı ve gerekli tedbirleri önceden hesaba dahil edilmelidir.
Sağlıklı küçük adımlar, pratikler sayesinde yürüyen gelişmeler, özgüveni beslerken oluşacak bereket ve güzelliklerin harekete geçireceği heyecan dalgası zaman içinde toplumsal coşkuya ulaşır.
Bütün aşamalarda, problem çözmede, inşa ve ikna süreçlerinde büyük eşsiz bir imkân olarak vahiy yer alır. Ümmet olmanın en büyük gücü aynı referansa ittiba etmemizde saklıdır. Ancak İslâm ülkeleri bu güçlü birliktelik imkânıyla harekete geçme becerisi gösteremediler. İslâm devletlerinin ümmet bilincine ulaşana kadar sivil olmanın, âlimlerin öncülüğünü yapacağı pek çok “ev ödevi” mevcuttur.
Tabandan tavana yaşanacak değişim aşamaları kardeşlik ikliminin nihâi noktasında siyasi, ekonomik, askeri ve kültürel yapılanma olmak durumundadır. Dünyada adaleti sağlamak, mazlumların umudu olmak için 63 devletin bir beden olarak vücut bulmasıyla mümkün olabilir. Böyle bir yapı yozlaşmadığı müddetçe bütün insanların sığınağı olacaktır. Ümmet hayır/iyilik üzere bir araya gelmenin adıdır. Çok ırklı, çok mezhepli, çok dilli alabildiğine zengin yapıyı barındıran bağlayan kopmaz halka/urvetü’l-vüska, tevhid… Mü’min hangi zamanda ve mekânda olursa olsun ümmet özlemini iyiliğin/hayrın gerekçesi olarak görmeden ve bu aşkla yanıp tutuşmadan olgunlaşamaz. Müslüman adalete mecbur oluşuyla büyük bir sorumluluğu omuzlamıştır. İyiliği dağıtmak ve kötülüğü engellemek misyonu mü’minin “salih amel” gerekçesidir. İmân edip salih amelden kaçmak tam ortadan ikiye bölünmektir. Çünkü İslâm, hiçbir insanı günahına, ırkına, statüsüne, cinsiyetine, becerisine, aklına vb. farklarına bakmadan kurtuluşa çağıran; Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e tüm peygamberlerin birbirini selamlayarak ulaştıkları sonsuza uzanan hakikâttir. Kurtuluş çağrısıdır.
Ölümün olduğu yerde ölümsüzlük, umudun bittiği yerde “muştu”dur.
Her Müslüman için “ümmet olmak” ondan önce de kendinde ümmet olabilmek hedefi olmalıdır. “O, tek başına ümmettir.” övgüsüne muhatap olan Hz. İbrâhim’in hak ettiği onur hangi özelliğinden dolayı verilmişti ona?
Her Müslüman’ın “ev ödevi” Kitab’ın yüklediği sorumluluk budur. Onu keşfedip ruhumuza giydirdiğimizde yola çıkabiliriz.
Yol, sırat-ı müstakim.
Azık, aşk/ihlâs.
Hedef, aynı kavi niyetle yolda bulunmak.
Amaç, (her zaman) O’nun rızası!
Ahmet Mercan
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Nisan-Mayıs-Haziran 2020/14 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com