Gönüllerdeki pâk yerleri, kelimelerin nüfûz edemeyeceği derinliklerde olan o mübârek nesil ki o nesli ifade etmeye ne lügâtte bir mahâl ne de dillerde mecâl var. Kalemlerin yazmaya, satırların ağırlamaya hayâ edeceği; dillerin lâl olup sükût edeceği, sadece ve sadece gönüllerin, bu bahtiyârlıktan nasibdâr olacağı bir kutlu nesil onlar…
Ne de güzel söylüyor Resûl-ü Zîşân Efendimiz (sas) onlara hitaben, “Ashâbım” diye ve ne de güzel yer ediyor ümmeti olan bizlerin dillerinde, “Sahâbe-i Kirâm” ve “Ashâb-ı Güzîn” diye…
Dillerdeki bu yerleri, gönüllerdekinin bir köşesi belki, bir katresi. Onların o en sevgili halleri bir deryâ içimizde, bir ummân; dillerimizden ve acziyetimizin demini vuran kalemlerimizden dökülenlerse birer katre, birer serpinti…
Gözler görmedi onları, eller dokunmadı onlara, aynı mekan paylaşılmadı ve aynı hava teneffüs edilmedi belki onlarla. Fakat hep aynı yere bakılmadı mı, asırlara rağmen? Bakmak, karanlıklarını aydınlatmak isteyene vuslatı dâimdi.
Şüphesiz, her biri muhabbet izleri bırakıyor çöllerimize, marifetimiz arttığı nisbette. Fakat, içlerinde öyleleri de var ki, bıraktığı iz, nisyan rüzgârlarının yok edemeyeceği kıymette ve muhabbette.
Onlardan bir inci tanesi işte Mus’ab b. Umeyr, parlaklığını Efendisi’nden alan…
Gönüllere nakşettiği muhabbeti, akıllara arz ettiği mârifetini geçen sahâbî efendimiz…
Müreffeh Bir Hayat
Mus’ab b. Umeyr (ra), nübüvvetten 25 yıl evvel, yani Miladî 585’te açıyor gözlerini, ihtişamlı dünyasına. Mekke’de, mûteber bir kabile olan Abduddâroğulları’na mensup zengin bir ailenin en kıymetli, en küçük erkek çocuğu oluyor.[1] Âdeta el üstünde büyüyor, yetişiyor Mus’ab; narin ve hoş kokulu, annesinin koklamaya doyamadığı bir gül gibi.
Mus’ab giydiği elbise ve ayakkabılarıyla, sürdüğü kokularıyla, kullandığı diğer eşyasıyla velhâsıl her şeyiyle en kıymetlisiydi ailesinin. Mekke sokaklarında yürürken, gözler onu seyre dalardı, uzun uzun. Genç kızlar, pencerelerinin ardından kendisiyle evlilik hayalleri kurardı, için için. Fakat o, zamanının Züleyhâları’na, adeta Yûsuf misali kuşandığı iffeti ile tenezzül etmezdi de gözlerini bambaşka ufuklara çevirirdi. Bu refâh hayatın çok ötesinde bir gâye arardı. Fırtınalıydı onun yüreği ve fırtınasını dindirecek bir vesile beklerdi.
Bolluğun, refâhın had safhada olduğu 25 yıllık debdebeli bir hayat…Ve yüreğindeki arzuya mecrâ arayan Mus’ab…
Müşerref Bir Hayat
Her sabah Mekke semâlarına doğan güneş, nübüvvet pınarının akmaya başladığı o sabah, bir başka doğuyor; ay, bir başka aydınlatıyordu o gece karanlıkları. Sanki, bir şeyin muştusunu verir gibi, sanki bir sedâyı bekler gibi…Ve muştu verilir, sedâ duyulur semâlardan. Mus’ab da duyar bu sedâyı. Te’sir eder ona da, ama korkar, çekinir bu sedâdan. Adım atamaz bir halde günlerini fırtınalarla geçirir.
Habbab b. Eret (ra) olacaktır onun fırtınasını dindirecek vesile. Efendisi’nin talim buyurduğu hakikat pınarını sunacaktır önüne de, Mus’ab doyamayacaktır içmeye. Ve soluğunu Fahr-i Kâinat Efendisi’nin (sas) huzûrunda almak için Dâru’l-Erkâm’a gidecek, orada İslâm’a girecektir.[2]
Huzûrda iken aldığı huzur Mus’ab’ı bambaşka dünyaların içine sürüklemişti. Artık çıkmayacak, çıkamayacaktı bu dünyadan. Zira Efendi’si vardı orada, yol arkadaşları vardı. Fakat, annesinin dinmeyen öfkesi, kırılmayan inadı da vardı. Artık o güzel elbiseler, kokular, nazarlar yoktu. Annesi çok uğraşmıştı, Mus’ab’ını, içine girdiği bu dünyadan çıkarmak için. Fakat imâna eren ve asla geri adım atmayacak bir Mus’ab vardı.
Annesinin imana adım atmayışı, huzûra varmayışı, üstelik sözlü ve fiilî müdâhaleleri Mus’ab’ı derin bir hüzne boğuyordu da o, tesellisini Allah Resûlü’nün (sas) yanında, imânını yüreğinde hissettiğinde buluyordu. Habeşistan’a hicret bir kurtuluş idi o süreçte ve Mus’ab ilk hicret edenlerden idi. Hicret demek hasreti demek idi, Resûlü’nün ve annesinin. Ama o, zoru severdi. İmânı uğruna sırtlandıkları yük değildi onun için. Bilakis onun yükü, imâna eremeyenlerin ızdırâbı idi.
Mekke’de Şib-i Ebû Tâlib ambargosu nihâyete ermiş, bir gün, Allah Resûlü’nün (sas), ashâbıyla Kâbe’nin avlusunda sohbet ettiği bir sırada uzaklardan yamalı elbisesinin içinde onlara doğru yürüyen bir genç göründü. Allah Resûlü (sas) mânî olamadı gözyaşlarına bu manzara karşısında. Zira gelen, bir zamanlar güzelliği ve ihtişâmı ile nazarları celbeden Mus’ab’dan başkası değildi. Bir Mus’ab’a, bir de onu seyre dalan ashâbına nazar etti ve şöyle buyurdu: “Dünyayı bütün ahalisi ile değiştirebilen Allah’a hamd olsun. Şu genci görüyor musunuz? O, önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Daha sonra Allah ve Resûlü’nün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da, Allah’ı ve Resûlü’nü, anne ve babasına tercih etti.” [3]
Muallim Bir Hayat
Ve ufukta bir Akabe…
Yesrib ise muallimine gebe…
Yine bir hicret ve geride kalan Kâbe…
Allah Resûlü (sas), “Sen, ey Mus’ab!” diye vazifelendirir de Mus’ab, “Lebbeyk, Ya Resûlullah!” sözünden başka ne derdi ki! Heybesinde taşıdığı imânıyla revân olacaktı elbette yollara. Resûlullah’ın Yesrib’deki elçisi olacak, Akabe’de biat eden ensâra Kur’ân’ı öğretecek, insanlara İslâm’ı anlatacaktı. Velhâsıl ilk muallimi olacaktı Allah Resûlü’nün (sas) ve İslâm’ın. Es’ad b. Zürare’nin evine vardığında heybesini sırtından indirecek ve bu ev Yesrib’in Dâru’l-Erkâm’ı olacaktı.
Bir gün, Abdu’l-Eşheloğullarının lideri Useyd b. Hudayr öfkeli bir halde Mus’ab’ın yanına gelecek ve: “Niçin bizim yurdumuza geldiniz? Niçin bizim zayıf kimselerimizle uğraşıyorsunuz? Sağ kalmak istiyorsanız burayı terk edin!” diyecekti. Mus’ab ise mütebessim çehresini ona çevirecek, “Dinlemek için bir lahzâcık oturmaz mısınız? Eğer sözlerimi beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz biz de vazgeçeriz.” buyuracak ve ona yakışır cevabı verecekti. Useyd, bu vakar karşısında oturup, kendisini Mus’ab’ın Kur’ân okuyuşuna teslim edecek ve Hz. Ömer (ra) misâli, öfkesiyle çıktığı yolu imân ile nihâyete erdirecekti.
İmânının güzelliği, sûretinin güzelliğini ziyâdeleştiren Mus’ab, yine celbediyordu nazarları. Ama bu sefer, farklı bir hedefe varıyordu bu nazarlar. Sa’d b. Muaz, Sa’d b. Ubade geliyor, müslüman oluyordu. Efendilerinin İslâm’a girişine şâhid olan Yesrib halkı da yavaş yavaş İslâm’a hazırlanıyor, evlerin kapıları Mus’ab’ın çalışıyla teker teker imâna açılıyordu.
Bir yıl sonra Mus’ab, müslüman olan Yesrib halkını temsilen 75 yol arkadaşıyla beraber Akabe’ye gelmişti. Orada arkadaşlarından ayrılarak Mekke’ye doğru yol almış, Allah Resûlü’nün (sas) huzûruna varmış ve yüreğindeki heyecanıyla şöyle buyurmuştu:“Ya Resûlallah! Yesrib’de imânın ulaşmadığı tek bir ev kalmadı.” Mus’ab’ının mübârek lisanından bunları duyan Resûl-ü Zîşân öyle sevinecekti ki heyecana mukâbil yine heyecan ile “Mus’abu’l-Hayr” buyuracaktı. “Ey Mus’abu’l-Hayr! Ey Hayırlı Mus’ab! Desene, Allah senin elin ile Yesrib’e hayrı ulaştırdı!”[4]
Mus’ab’ın Mekke’ye bu gelişi, büyük bir gidişin, hicretin de habercisiydi. Kâbe hazîndi yine. Zira bu sefer bir gidişin değil, gidişlerin gerisinde kalacaktı.
Muhâcir Bir Hayat
Kapıları hâlâ açıktı Yesribliler’in. Bir kutlu misafirdi bekledikleri. Ensâr olacaklardı, muhâcirlerine. Kardeş olacaklardı, kardeşlerine. Kâbe’nin hüznü, onlara sevinci taşıyacaktı. Ve ufukta, devesinin üzerinde, yol arkadaşıyla beraber bir Resûl görünecekti.
Kurulan muâhat (iman kardeşliği) ile, Ebû Eyyûb el-Ensârî (ra) olmuştu, Mus’ab’ın kardeşi. Allah Resûlü (sas), Mus’ab’ına onu münâsip görmüştü. Bahtiyâr idi her ikisi de. Medine ise, benzeri görülmemiş böyle kardeşliklere şâhid olduğu için mesrûrdu. Mus’ab’ın Yesrib’de toprağa attığı imân tohumları, Medine’de meyvelerin en lezzetli olanlarını veriyordu böylece.
Sırada ise, yıllardır ertelediği evlilik vardı. Zira 36-37 yaşlarına gelmiş; Allah Resûlü (sas), halasının kızı, Zeyneb bint Cahş annemizin kız kardeşi olan Hamne bint Cahş’ı[5] münâsip görmüştü ona. Bu kutlu evlilikten küçük bir kız çocuğu dünyaya gelecek ve ona, Resûlullah’ın (sas) en sevdiği isimlerden olan Zeyneb ismini vereceklerdi. O, babasının kızı, Zeyneb bint Mus’ab olacaktı, tıpkı bir zamanlar Mekke’de annesinin koklamaya doyamadığı Mus’ab’ı gibi.
Yevmü’l-Bedr
Üç sancak…Üç yiğit…Ve imân ile küfrün, en keskin çizgilerle ayrıldığı bir meydan…Bu üç yiğitten biri Mus’ab b. Umeyr, yüreğinde imânın, elinde muhâcirlerin sancağını taşıyor. Savaş devam ediyor, ama Mus’ab düşürmüyor elinden asla sancağı. Savaş nihâyete erince biri ilişiyor mübârek gözlerine. Ensârdan Müdlic b. Nadha’nın elinde esir düşen abisi Ebu’l-Aziz b. Umeyr. Gidiyor yanına ve şöyle diyor Müdlic’e: “Ey Müdlic! Esirini sıkı bağla, onun annesi, Mekke’nin en zengin kadınlarındandır. Senin esirin çok iyi para eder.” Ebu’l-Aziz, kardeşinden duyduklarına inanamamakta ve şöyle demektedir ona:“Ey Mus’ab! İnsan öz kardeşine bunu yapar mı?” Mus’ab ise şu cevabı verir: “Benim kardeşim sen değil, seni bağlayan şu Medineli’dir. Bizi kardeş kılan, aynı anadan, aynı babadan olmamız değil; aynı Allah’a ve aynı Peygamber’e iman etmemizdir.”[6]
Yevmü’l-Uhud
Yine üç sancak…Yine üç yiğit…Ve yine sancaktarlık şerefine nâil olan Mus’ab…
Ama Mus’ab’da farklı bir hava vardı o gün. O, Allah Resûlü’nün (sas) mübârek hırkasını giymiş, kokusunu içine çekmişti. Ona bakanlar sanki Allah Resûlü’nü görüyorlardı. Güzeldi Mus’ab, ama o gün bambaşka bir güzelliği vardı. Bir elinde sancak, diğer elinde kılıcı, teslim olmuştu Rabbine. Ayrılık mı vardı yoksa ufukta? Niçindi O’na Efendisi’nin (sas) bu nazarları? Cennet’in mi kokusunu alıyordu yoksa o?
İbn Kamia isimli müşrik, Resûlullah sandığı Mus’ab’ı gözüne kestiriyor. Hain bir darbeyle kılıcını Mus’ab’ın sancağı tutan mübârek eline vuruyor, sancağı sol eline alıyor Mus’ab ve bir darbe de sol eline alıyor. Bu sefer göğsüne sıkıştırıyor, zira O’nun derdi sancağı düşürmemekti. Ve bir darbe daha, mübârek başlarına. Yıkılıyor Mus’ab, toprağa doğru. Ama o, emaneti düşürdüğü için mahcûb ve mahzûn. Bu yüzden, başını gömdükçe gömüyor, mübârek kanı, aktıkça akıyordu toprağa. Havada ise bir nârâ: “Muhammed öldü, Muhammed öldürüldü!” Hz. Ali yetişiyor kardeşine, düşen sancağı kaldırıyor ve sallıyor Uhud eteklerinde…[7]
Ve huzura getirilen pâk bir beden…
Bir ses geliyor,“Ey Mus’ab!” diye Kâbe’den…
Ashâb ağlıyor, Medine semâları hıçkırıyor, inceden…
Allah Resûlü (sas) hâkim olamıyor gözyaşlarına, bakmaya doyamıyor. Bir zamanlar Mekke sokaklarını başı eğik arşınlayan Mus’ab, yine başı eğik,yatıyordu yerde, kanlar içinde. Şehitler defnediliyor, sıra üzerinde mübârek hırkası parça parça olmuş Mus’ab’a geliyordu. Ashâb kederli bir şekilde soruyordu:“Ya Resûlallah! Mus’ab’ın üstündeki hırkayı yukarı çekiyoruz ayakları, ayaklarına çekiyoruz başı açıkta kalıyor, ne yapalım?” Allah Resûlü yaşlı gözlerle Mus’ab’ının başına gelerek: “Ah Mus’ab! Seni Mekke’de ilk gördüğümde üzerinde paha biçilmez elbiseler vardı, senden daha güzel giyinen yoktu. Şimdi sen, saçların dağılmış ve eski bir hırkanın,üzerini bile tam örtemeyecek elbiselerin içerisindesin…”diyecek ve ashâbına dönerek şöyle buyuracaktı: “Hırkayı başına doğru çekin,ayaklarını ise izhir otu ile örtün.”[8]
Ashâb onu hep taşıyacaklardı gönüllerinde. O’nun vesilesi olan Habbab b. Eret (ra) dahi hep O’na imrenecekti. [9] Abdurrahman b. Avf (ra) ağlayacaktı, Mus’ab hatırına düştüğü anda. [10] Ve hatırlayacaklardı her dâim onu, şu ayet-i kerîme ile: “Mü’minler içinde nice yiğitler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri söze sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları adağını yerine getirdi(şehid oldu), kimisi de şehid olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.”[11]
Mus’ab b. Umeyr (ra)…
Ne kadar ifadeye çalışsak da onu, yine âciziz, yine eksik…
O, iman yolunda 15 yıl yürüdü ve öyle izler bıraktı ki, arkadan gelenler o izlere revân olmakta hâlâ…
Şehâdeti yudum yudum içtiği o an dahi, sanki fıtratından ödün vermeksizin,yine mahcûb, yine vakarlıydı…
O, ümmetin bir diğer Yûsuf’u idi…
O, gönülerin, lahzâlara sığamayan muhabbeti idi…
Zira O, bu güzelliğini Efendi’sinden (sas) alıyordu…
Allah bizleri O’nun şefaatine nâil eylesin.
Elif Özkaraaslan
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Temmuz-Eylül 2017/3 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] İbn Sa’d, Tabakât, III, 127; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 1841; İbn Esîr, Usdü’l-Ğâbe, V, 175; İbn Abdilberr, el-İstiâb, IV, 36.
[2] İbn Sa’d, Tabakât, III, 127-128;İbn Hacer, el-İsâbe, III, 1841;İbn Esîr, Usdü’l-Ğâbe, V, 175-176;İbn Abdilberr, el-İstiâb, IV, 36-37.
[3] İbn Sa’d, Tabakât, III, 128.
[4] İbn Sa’d, Tabakât, III, 127; İbn Esîr, Usdü’l-Ğâbe, V, 175.
[5] Bkz. Yıldırım, Muhammed Emin, Hz. Peygamber’in (sas) Albümü, s.346, 347.
[6] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 385; Vâkidî, Kitabu’l-Meğâzî, I, 140.
[7] Taberî, Tarih, III, 17.
[8] İbn Sa’d, Tabakât, III, 133; İbn Esîr, Usdü’l-Ğâbe, V, 175; İbn Abdilberr, el-İstiâb, IV, 36-37.
[9] Buhârî, Kitabu’l-Meğâzî, 89; Müslim, Kitabu’l-Cenâiz, 13; Tirmizî, Menâkıb, 122; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 11.
[10] Buhârî, Kitabu’l –Cenâiz, 37.
[11] Ahzâb, 33/23.