Çanakkale şehitlerini ziyarete gitmiştik. Son devrin “Bedir Aslanlarının” hatıralarını yad etmek, o hatıralardan istifade edip kaybolmaya yüz tutmuş şehadet aşklarımızı tazelemek için o mekanlar şüphesiz büyük bir imkan. Her karış toprağında onlarca hatıranın varlığı bazen bizi alıp ötelere götürdü. Yol boyunca merhum Mehmet Akif’in Çanakkale de çarpışan askerleri Bedir gazvesine katılan sahabeyle kıyaslamasını düşündüm. Bu büyük bir iddia idi. Böyle bir iddiayı Mehmet Akif dışında kim yapsaydı, hissiyattan kaynaklanan haddi aşmak olarak görülebilirdi. Ama Akif bir şair olmanın verdiği hissiyatın yanında bir ilim ve irfan insanı idi. Bedir gazvesine katılanların hem vahyin dilinde, hem de Resulullah’ın (s.a.v) katında değerini çok iyi bilenlerdendi. Eğer bu iddiayı O dillendirmiş ise bunda bir gerçeklik payı olmalıydı. Yaşları 18 ile 28 arası değişen kınalı kuzuların verdiği kahramanca savunmayı araştırıp okudukça Akif’e hak vermekten kendimizi alamıyoruz. Bu akıllara durgunluk veren savunmada bazı yiğitler vardı ki bu yiğitler sahabeyle atbaşı gidiyorlardı. Yahya Çavuş’un Kabbat ibn Şems gibi, Seyid Onbaşı’nın Enes bin Nadir gibi davranış sergilemeleri “onlar nerde biz nerde” anlayışını yerle bir ediyordu. Demek ki sahabe şuuru yeniden yakalanabilir, zaman ne kadar eskirse eskisin “O gökyüzünün yıldızları olan” örnek ve modeller gibi yeniden hayat anlamını bulabilirdi.
Halkımızın bu hatıraları canlı tutma adına oralara gösterdiği yoğun ilgi hemen fark ediliyor. Abidenin yakınlarına park edilmiş otobüsler uzun bir kuyruk oluşturmuşlardı. Sayısını tam kestirememekle birlikte iki yüz veya daha fazla otobüs olduğunu gözlemlemek mümkündü. Birileri halkın bu ilgisinden rahatsız oluyor ve bu kutsal topraklara karşı oluşan yoğun ilgiyi bir yerlere alternatif oluşturma çabaları olarak yorumlayabilirler. Oraya gelen insanların hiçbirinin aslında bir alternatif oluşturmak için gelmedikleri bellidir. Ama bu yoğun ilgiden rahatsız olan bir takım insanlar ilginin kaynağını bilmedikleri için yada bilinçli olarak duymamazlıktan geldikleri için bu yönelişi bir tepki yada alternatif oluşturmak olduğunu zannedebilirler. Ama şunu bilsinler ki; Allah Vedud’dur; sever, sevilir ve sevdirir. Allah bir şahsıda sever sevdirir, bir mekanı da sever sevdirir. O (c.c) severse oraya hiç kimsenin tarif edemeyeceği bir cazibe kazandırır. O çekicilikle insanlar akın akın oralara koşarlar. Bu gün o cazibenin en önemli merkezi hiç şüphesiz Kâbe’dir. Onlarca meşakatine ve sıkıntısına rağmen her yıl yüzbinler oraya koşmakta, bir giden bin daha gitmek istemektedir. Mescid-i Aksa, Mescid-i Nebevi, Mısır da Amr Bin As Mescidi ve daha onlarcası bu cazibeden nasiplenen yerlerdir. istanbul’da Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabrinin ve mescidinin günün her saatinde dolup taşması içeriye girdiğinizde Medine’nin o gül kokusunu almanız, Allah’ın sevip sevdirmesinden dolayı değil midir ? Çanakkale’de Allah’ın el-Vedud oluşundan nasiplenen mekanlardan biridir. Allah faktörünü aklından çıkaran malum zevat halkın her yönelişinden farklı sonuçlar çıkartmaya çalışır ve hadleri olmadan kutsallarımızı belirlemek isterler. Yıllardır biz neyi seversek onu seveceksiniz, ne kadar müsaade edersek o kadar ilgi göstereceksiniz, bir şeyleri de sevmesek onu da sevmeyeceksiniz diye dayatmalarının temelinde yatan sebepte budur. Onlar bilinçli yada bilinçsiz Allah’a ait bu alana girmeye çalışmakta, ellerindeki bazı imkanlara dayanarak halka kutsallar dayatmaktadırlar. Bu dayatmaları yaparken onların unuttukları önemli bir konu vardır. O da şu ki; sevginin ve cazibenin kaynağı nasıl ki Allah ise, kutsallığın kaynağı da Allah’tır. Bir şeyin kutsi sayılması ancak el-Kuddüs olan Allah’ın izni ile olabilir. Beşer aklı Allah’tan bağımsız böyle bir alanı zorlayamaz. Ya zorlarsa ne olur? Zorlarsa eğer Allah’a ait o alana girmiş olur ve haddi aşarak Allah’ın arzında –haşa- Allah’a kafa tutmuş olur. O mayınlı alana girenin başına gelecekler ise bellidir. Tek kelime ile o alana giren çarpılır. O alanlara girip de çarpılan zevat halen çarpıldıklarının farkında değildirler. Onlar her gün kendilerine cam aynadan bakıp fiziklerinin bozulmamasını çarpılmadıklarına yorumlayabilirler. Ama onlar birde bizim aynamızda baksınlar kendilerine…. Bir hak ve hakikat gördüklerinde nasıl yaban eşekler gibi (Müddessir Sûresi 74/50) kaçtıklarını, kendilerini dünya aleme bulunmaz hint kumaşı olarak takdim etmelerine rağmen aslında nasıl kof kütükler ( Münafikun Sûresi 63/4) olduklarını, konuştukları halde nasıl dilsiz, duydukları halde nasıl sağır, gördükleri halde nasıl kör (Bakara Sûresi 2/18) olduklarını, ölüm korkusu ile en ufak bir şeyden şüpheye kapılıp elleri ile kulaklarını nasıl kapattıklarını (Bakara Sûresi 2/19) görürler.
Hadi toplayın cesaretinizi ve geçin vahyin aynasının önüne… Bakın o yüce aynaya ve tanıyın gerçek kimliklerinizi. Var mısınız bunu yapmaya?
Muhammed Emin YILDIRIM