Hz. İbrâhîm’in milletine ad olan Haniflik, genel anlamıyla kötülüklerden uzaklaşıp iyiliğe, özel anlamıyla putlardan uzaklaşıp tevhide yönelmektir. Putperestlik Arap Yarımadası’nda yayıldığında parmakla sayılacak kadar da olsa putlara tapmanın yanlış olduğuna inananlar vardı. Hakikati arayan bu kişilere hanif denildi. Fil vakası bu arayışı tetikledi.
Hayatta hiçbir şey tesadüfi olmadığı gibi Fil vakası da tesadüfi değildi. Pek çok hikmeti olan bu vakanın hikmetlerinden biri toplumları sarsarak Allah’a yöneltmekti. Allah’ı unutmuşçasına gaflete dalanlardan bir kısmı, Fil vakasıyla Allah’ın kudret ve kuvvetini hatırlayıp putları sorgulamaya başladı. Kimisi duygularını bastırdı, kimi ise cesaretle öne çıkarak hakikati aramaya koyuldu. İlimden uzak ümmî bir toplumun fertleri olduklarından hakikati Hıristiyan ve Yahudi âlimlerinden öğrenebilirlerdi. Bunun için yollara düştüler, din adamlarıyla görüşüp hakikati sorup soruşturdular. Din adamları onlara önce kendi dinlerini anlattı. Kimi Yahudi ve Hıristiyan oldu, kimi ise araştırmaya devam ederek geleceği müjdelenen son peygamberin bilgisine ulaştı.
Cahiliyenin münzîrleri
Fil vakası gibi Haniflerin ortaya çıkışı da tesadüfî değildi. Tevhid hassasiyetinin unutulmamasına vesile olan Hanifler, toplumu sürekli inzâr etti/uyardılar. Bir taraftan putlara karşı akıllara soru işareti koyarken bir taraftan da tevhid ve ahiret inancına dair kulak dolgunluğu oluşturdular. Yakında bu topraklardan bir peygamber çıkacağını tekrarlayarak toplumu buna alıştırdılar.
İnsan bilmediğinin düşmanıdır. Kişi bilmediği ve duymadığı bir sözle karşılaştığında düşünmeden itiraz eder, sorgulamadan şiddetle karşı çıkar. İlgilenmese de önceden duymak, kişiyi ona yaklaştırır; karşı çıkmadan önce düşünmeye sevk eder. Önyargı ve bilinçaltını işgal eden bilgileri değiştirmek son derece zordur. Konu dini inançlar olduğunda daha da zorlaşır. Bunun içindir ki pek çok peygamber, imana davetle görevlendirilip halka yanlış yolda olduklarını söylediklerinde inanılmaz tepkilerle karşılaşmışlardır. Çağrıyı duyan insanlar, akıllarını kaybetmişçesine öfkeye kapılmışlar, hakaretler savurarak peygamberleri yalanlamışlardır.
Hz. İbrâhîm ve Hz. İsmâîl’in vefatının üzerinden binlerce yıl geçmiş, tevhid inancı Arap Yarımadası’nda tamamen unutulmuştu. Akıllarda Haniflik adına isimler ve hac ibadetinden başka bir şey kalmamıştı. Gözler kör, kulaklar sağır, gönüller kararmıştı. Gelmesi beklenen son peygamber ön yargıları nasıl kıracak, cehaleti nasıl yenecek, gözleri nasıl açacak, sağır kulaklara daveti nasıl duyuracak, susmuş dilleri nasıl konuşturacak, kararmış kalpleri iman nuruyla nasıl aydınlatacaktı?
Elbette Allah’ın (azze ve celle) yardımıyla…
Yakında son peygamber gelecek
Kulundan yardımını esirgemeyen Allah, Fil vakası gibi olaylar, Hanif adı verilen insanların mücadeleleri ve Hz. Peygamber’in yakında geleceğini müjdeleyen âlimlerin sözleriyle toplumu davete hazırladı. Bu âlimler her fırsatta çevrelerine:
“Yakında insanlığı aydınlatacak son peygamber gelecek” diye fısıldıyorlardı. Bu fısıltıya kulak veren Hanifler, onlardan öğrendiklerini halka anlatarak tevhid ve nübüvvet gerçeğini duyuruyorlardı.
Hanifler nübüvvetten yıllar önce başladıkları bu uyarılarla, Mekke halkını hasretle beklenen son peygamberin gelişinden haberdar ettiler. Halkın İslâm davetine hazırlanmasını kolaylaştırmakla kalmayıp müşriklerin Peygamber Efendimize gösterdikleri tepkilerin dozunun azalmasına vesile oldular.
Allah Resûlü (sas) akrabalarını İslâm’a davet ettiğinde Ebû Leheb şiddetle karşı çıkıp,
_ Başkası harekete geçmeden onu hemen tutup hapsedin. Eğer başkaları onu desteklerse birlik olup sizi ezerler. Birileri onunla savaştığında onu savunmak zorunda kalırsınız, diyerek akrabalarının akıllarını çelmeye çalışmıştı. Peygamberimizin halası Hz. Safiye, Ebû Leheb’in karşısına dikilip:
_ Yeğenimizi düşmanlarıyla baş başa mı bırakalım? Şimdiye kadar pek çok bilgenin ‘Abdulmuttalib’in soyundan bir peygamber çıkacak’ dediğini duymadın mı? diye çıkışmıştı.[1]
İbrahîm’in dine tabi ol!
Seyfî b. Eslet, putlara tapmanın yanlış olduğunu anlamakta gecikmeyenlerdendi. Görüştüğü Hıristiyan âlimler ona:
_ Hz. İbrâhîm’in dinine tabi ol! Hanif olarak kal! Geleceği müjdelenen peygamber Medine’ye hicret edince tereddüt etmeden ona tabi ol! dediler. Son peygamberin sıfatlarını bir bir anlattılar.
Din adamlarının sözlerini unutmayan Seyfî b. Eslet, Medine’de Allah Resûlü’nün (sas) gelmesini bekledi. Mekke’den gelen haberler beklenen son peygamberin gönderildiğine işaret ediyordu. Büyük bir heyecanla haberleri takip etti. Mekkelilerin ona baskı yaptığını öğrenince çok üzüldü. O gün topluma mesaj vermenin en etkili yolu şiirdi. Mekkelilere hitaben bir şiir kaleme aldı. Allah Resûlü’nün (sas) faziletlini, kadir ve kıymetini bilip saygı göstermelerini ve onunla mücadele etmekten vazgeçmelerini anlattı. Şiirin sonunda Fil vakasını hatırlatıp
_ Allah bu olayla sizin şanınızı yüceltmişken bunu zayi etmeyip koruyun, dedi.[2]
Hakikat yolcuları
Fil vakasından sonra putları içten içe sorgulamaya başlayan Zeyd b. Amr, Varaka b. Nevfel, Osman b. Huveyris ve Ubeydullah b. Cahş, putlar için düzenlenen halk bayramında bir araya gelmişti. Aralarında konuşup:
_ Halk, Hz. İbrâhîm’in dininden ayrılıp insanlara fayda ve zararı olmayan putlara tapmaya başladı. Burada hakikatleri öğrenmemizin imkanı yok. Bir an önce başka diyarlara gitmeli, oralardaki din adamlarıyla görüşüp gerçekleri sorup öğrenmeliyiz, dediler.
Yollara düşüp diyar diyar gezdiler. Şam ve Musul’a kadar gidip pek çok din âlimi ile görüştüler. Varaka, Ubeydullah ve Osman Hıristiyan oldu. Zeyd b. Amr ise anlatılanlardan ikna olmadı:
– Sizler de Kureyşliler gibi Allah’a ortak koşuyorsunuz. Onlardan farkınız, putlara tapmıyorsunuz, Allah’ı onlardan daha iyi tanıyorsunuz ve daha fazla anıyorsunuz. Bunun dışında aynısınız, diyerek dinlerine girmeyi reddetti. Uzun uzadıya anlattığı halde Zeyd’i ikna edemeyince üzülen rahip:
– Sanırım sen bugün henüz yeryüzünde bulunmayan bir dine talipsin. Yalnızca Allah’a ibadet etmeyi ve hiç bir şeyi O’na ortak kılmamayı emreden İbrâhîm aleyhisselamın dinine. O halkın Kâbe’ye yönelerek namaz kılmasını istiyor, dedi.
Aradığını bulan Zeyd b. Amr, istediği bilgileri alınca Mekke’ye geri döndü.[3] Bir öğlen vakti Büvâne putunun yakınında durarak güneşi gözledi. Güneş batıya meyledince Kâbe’ye doğru döndü. Yere kapanarak rahiplerden öğrendiği şekilde ibadet etti. Kendisini merakla izleyen halka:
_ Bu İbrâhîm ve İsmâîl’in (as) kıblesidir. Ben taşlara tapmam, onlara ibadet etmem. Onlar için kurban kesmem ve adına kesilen hayvanların etini yemem. Ömrüm olduğu sürece Kâbe’ye doğru dönerek Allah’a ibadet edeceğim, dedi…[4]
Gece gündüz demeden halkı uyardı. Yemeğe davet edildiğinde Kureyşlilere:
_ Putlarınız için kestiğiniz hayvanların etini asla yemem. Ben yalnızca Allah’ın adı anılarak kesilen hayvanların etini yerim. Düşünsenize koyunları yaratan Allah, gökten indirdiği suyla yeryüzünde otları bitiren yine Allah. Durum böyle iken siz hayvanlarınızı hâlâ Allah adına değil de putlar adına kesiyorsunuz, dedi.[5]
Zeyd b. Amr, Hattâb. b. Nüfeyl’in himayesinde olan Âmir b. Rebîa ile yakından ilgileniyordu. Bir gün ona:
_ Yakında İsmâîl (as) soyundan, Abdulmuttaliboğulları arasından bir peygamber gönderilecek. Herhalde ben onu göremem. Eğer ona ulaşsaydım mutlaka ona iman ederdim. Ona yetişirsen kendisine benden selam söyle…, dedi.[6]
Hakikat yolunun ilk mazlumu
Zeyd b. Amr’ın uyarıları ve anlattıkları Kureyşlileri çok kızdırmıştı. Hattâb. b. Nüfeyl, inancından vazgeçip putlara ibadet etmesi için ona işkence yapmaya başladı. İman nurunu söndüremeyince onu Mekke dışına sürdü. Etrafına topladığı gençlere onun şehre girmesine izin vermemelerini emretti. Gençlerin zulmüne daha fazla dayanamayan Zeyd, vahiy gelmeden beş yıl önce vefat etti.[7]
Varaka b. Nevfel ise beklenen son peygamberi ve tevhid inancını halka tanıtmak için çok çalıştı. Hz. Hatice gibi pek çok kişinin kalbini aydınlattı. Vahiy sürecinde ciddi hizmetlerde bulundu.
Abdullah Kara
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Nisan-Haziran 2018/6 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com
[1] Ahmet b. Hanbel, Fedâilu’s-sahâbe, 1108; Belâzürî, Ensâbu’l-eşrâf, I, 135.
[2] İbn Haldûn, Sîre, 24.
[3] Zübeyr b. Bekkâr, Cemhere, I, 252; Beyhakî, Delâilu’n-nübüvve, II, 144.
[4] İbn Sa’d, Tabakât, 3/380.
[5] Buhârî, Menâkibu’l-ensâr, 24;
Beyhakî, Delâilu’n-nübüvve, 2/123.
[6] İbn Sa’d, Tabakât, 3/379;
Belâzurî, Ensâbu’l-eşrâf, 10/467.
[7] İbn Sa’d, Tabakât, 3/381.