Sözlükte “hazır bulunmak, haber vermek, bilmek, gözlemek, görmek” gibi anlamlara gelen şehâdet kökünden türeyen şâhid, kelimesi, yemin, ikrar, kelime-i tevhid, Allah yolunda öldürülmek (şehîd) kelimesi ile de aynı kökten gelmekte olup fıkıh terimi olarak bir olaya tanık olmak; bir davada taraflar dışında bir kişinin hâkim huzurunda dava konusu olay hakkında bildiklerini anlatmasıdır.
Hukukî terim olarak şahitlik konusuna geçmezden önce “şahitlik” denilince hangi anlamlar kastedilmektedir, bunlardan önemli gördüklerimiz hakkında bilgi vermekte yarar vardır.
Allah’ın, Meleklerin, Peygamberlerin ve Müminlerin Şahitliği
Başta şunu belirtelim ki Kur’ân’da, varlığı kendisinden olan, gizli açık her şeyi gören ve bilen Allah’ın, meleklerin, peygamberlerin ve insanların şahitliğinden söz edilmektedir. Allah’ın şâhitliği: Şehîd (الشهيد), Cenâb-ı Hakk’ın zâtî sıfatı olarak her şeyi gözlemiş olarak bilen anlamındaki en güzel isimlerinden biridir. Âyette “شَهِدَ اللّٰهُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَاُو۬لُوا الْعِلْمِ قَٓائِماً بِالْقِسْطِ: Allah, hak ve adaleti ayakta tutarak, kendinden başka ilâh olmadığını bildirdi; melekler ve ilim sahipleri de bunu ikrar ettiler.” buyurulmaktadır. Âyette Allah’ın kendisinden başka ilah bulunmadığını bildirmesi de şahitlik kavramıyla ifade edilmiştir. Allah’ın bu konudaki şahitliği daha çok şu iki şekilde olur:
a) Evrende kendi varlığını ve birliğini ortaya koyan sayısız deliller ve nişaneler yaratmış olması,
b) Peygamberler göndererek dini anlamda bildirimde bulunmuş olması.
Bu anlamda Allah Teâlâ kendi varlığına kendisi şahittir. Evrendeki yaratıklar ve onlar için konulan muhteşem düzen böyle bir düzeni yaratanın varlığını ortaya koymaktadır. Âyetin devamındaki ifadeye göre melekler de isyansız itaatleri, emredileni yerine getirmeleri ile şahitlik¬lerini yaparlar. İlim adamları da Allah’ın Kur’ân âyetleri ile tabiat âyetlerinden gördük-lerini ve bildiklerini dilleri ve kalemleriyle açıklayarak şahitlik yaparlar, cahiller ise ne kendi yaratılışlarına ne de kâinattaki mükemmelliğe ibret nazarıyla bakamadıkları için şahitlik edemezler. O halde şahitlik basit bir mesele olmayıp, şahidin neye ve niçin şahitlik ettiğinin de bilincinde olarak şahitlik etmelidir.
İnsan evrene baktığında, yerin ve göğün yaratılışı, ayın, güneşin, gece ve gündüzün düzeni gibi her şey Allah’ın varlığını ve birliğini açıkça gösterir. Kainattaki gördüğümüz her şey adeta “Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik ediyor.” Örneğin, denizlerde gemilerin yüzmesi, Allah’ın varlığının bir işareti olarak görülebilir. Çünkü gemilerin su üzerinde hareket edebilmesi, suyun kaldırma gücü sayesinde olur ve bu gücü yaratan Allah’tır. Eğer Allah bu kaldırma yasasını koymamış olsaydı, gemiler suda yüzemezdi. Bu anlamda ilim adamlarının yüzlerce element ile ilgili çalışmaları sonucu elde ettikleri bilgiler, buluşlar bir şeyi yoktan var etme değil Allah’ın yarattığı o şeylerdeki mevcut bir kanunu keşiften ibarettir.
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk indirilen vahiy olan “Yaratan Rabb’inin adıyla oku!” âyet, bilimin sadece dünyayı anlamak için değil, aynı zamanda Allah’ın varlığını ve birliğini keşfetmek için de yapılması gerektiğini söyler.
İslâm’a göre ilim, Allah’ın yarattığı evrenin sırlarını anlamaya çalışmaktır. Bu sırları keşfetmek, Allah’ın kudretini ve hikmetini daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Bilimsel çalışmalar, Allah’ın yarattığı dünyadaki mucizeleri ve düzeni keşfetmek için bir araçtır ve bu süreçte elde edilen bilgiler, Allah’ın varlığını ve birliğini bize daha açık bir şekilde gösterir. Hasılı, bilim ve öğrenme sadece bilgi edinmek değil, aynı zamanda Allah’ın varlığını ve birliğini anlamak için de bir yoldur.
Bir başka âyette peygamberin ve müminlerin şahitliği şöyle anlatılmaktadır: “Allah yolunda, gerektiği gibi cihad edin. Sizi O seçti ve size din konusunda hiçbir güçlük yüklemedi; ceddiniz İbrâhim’in dininde olduğu gibi. O size hem daha önce hem de bu Kur’ân’da “Müslümanlar” adını verdi ki (وَفٖي هٰذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهٖيداً عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ) peygamber size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı bağlanın. Sizin Mevlâ’nız O’dur. O ne güzel Mevlâ’dır ve ne iyi yardımcıdır.”
Allah, kullarına yalnızca güçlerinin yettiği şeyler üzerinde sorumluluk verir ve zorluklarda her zaman bir çıkış yolu sağlar. Bu, Allah’ın merhametini ve adaletini gösterir. Kur’ân’da, Allah’a ve Peygamber’e inanan kişilerin “Müslüman” olarak nitelendirildiği ifade edildikten sonra “Peygamber size şahitlik etsin, siz de insanlara şahitlik edesiniz.” denilmektedir. Peygamberler, Allah’tan aldıkları mesajları insanlara doğru bir şekilde ileten ve dinin nasıl yaşanması gerektiğini gösteren örnek şahsiyetlerdir. Onlar, hem Allah’ın mesajlarını en iyi şekilde aktaran hem de bu mesajların günlük hayatta nasıl uygulanacağını gösteren canlı şahitlerdir. Müslümanlar da peygamberlerin örnek davranışlarını takip ederek, insanlara doğru yolu gösteren, hakikati yansıtan iyi birer örnek, şahittirler.
Peygamberler ve onların yolundan giden Müslümanlar insanları Allah’ı tanımaya ve emirlerine göre bir hayatı yaşamaya davet ederler. İşte böyle bir davet, insanı dünyada izzete ahirette cennete kavuşturur. Böyle bir davet için bir araya gelen Müslümanların toplantısına melekler de katılır ve gelenlere şahitlik ederler.
Bir kişinin Müslümanlığı ve İslâm’a mensubiyeti, “اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ: Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben yine şahitlik ederim ki Hz. Muhammed, O’nun kulu ve Resûl’üdür” anlamına gelen kelime-i şehâdeti söylemesiyle başlar. Kelime-i şehadetin birinci kısmı zât, sıfat ve fiilleriyle bir olan Allah’a, ikinci kısmı Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna, Allah’tan emir ve haberler getirdiğine tanıklığı ifade eder. “Resûlüh” sözü Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu ve O’ndan vahiy aldığını belirttiği gibi “abdühû” tabiri de onun Allah’ın kulu olduğunu ve meselâ Hristiyanların Hz. Îsâ hakkında yaptığı gibi onun tanrılaştırılmaması gerektiğini vurgular.
Havarîler Hz. Îsâ’ya ve onun getirdiği dini insanlığa duyurma anlamında ona yardımcı olacaklarını açıkça ifade ettikten sonra Hz. Îsâ’dan kendilerinin Müslümanlığına şahitlik etmelerini istemişler ve devamında “رَبَّنَٓا اٰمَنَّا بِمَٓا اَنْزَلْتَ وَاتَّبَعْنَا الرَّسُولَ فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدٖينَ: Rabb’imiz! İndirdiğine inandık ve peygambere tâbi olduk; artık bizi şahitlerle beraber yaz.” demişlerdi. Bununla adeta “Yâ Rabb’i biz peygamberin vasıtasıyla bize duyurduğun vahye inandık, bizi kâinatın yegâne sahibi olan Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik eden meleklerle, ümmeti lehine şahitlikte bulunan peygamberlerle yaz.” şeklinde dua ettikleri ve biz Müslümanların da böyle dua etmemiz gerektiği öğretilmektedir. Ayrıca Müslüman yaşadığı asrın insanlarının olumlu ya da olumsuz yapıp ettiklerinin şahididir. Müslümanlar yaşadıkları asrın insanlarına İslâm’ı sözlü ve uygulamalı olarak tebliğ edip onların İslâm’ı tanımalarına ve Müslüman olmalarına vesile olmak için çaba sarf etmekle mükelleftirler. Müslümana yaraşır bir hayat tarzı ile güzel örnek olunmuş, buna rağmen insanlar Müslüman olmaya yanaşmamışlarsa sorumluluk onlardadır, ahirette bahaneleri olamaz. Ancak sözüyle, davranışlarıyla örnek olamamış, onların İslâm’ı ve dolayısıyla değerlerini hakkıyla tanımasına öncülük edememiş Müslümanlara gelince, bu defa onlar bizden davacı olacaklardır ki bu durumda halimiz nice olur. İşte bu sorumluluğu tam olarak ifa ettiğini bir de ashabının dilinden duymak istercesine Hz. Peygamber Veda Hutbesi’nde “Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. O zaman ne diyeceksiniz?” deyince ashab, “Allah’ın risâletini tebliğ ettin, görevini yaptın, bize nasihatte bulundun diye şahitlik ederiz” dediler. Bunun üzerine Resûlullah şehâdet parmağını semaya doğru kaldırdı, sonra da insanlara doğru çevirip indirerek, “Şahit ol yâ Rab, şahit ol yâ Rab, şahit ol yâ Rab!” buyurdu. Gazze’de şehit olmadan önce “Sizi Allah’a şikâyet edeceğim!” diye haykıran çocuk, kıyamet günü “Yâ Rab! Bu Müslümanlar bize sahip çıkmadılar, benim ve benim gibi binlerce Müslümanın hunharca katledilmesi bunun delildir.” derse İslâm dünyasında yaşayan, yapabilecekleri varken yapmayan Müslümanlar hesabı nasıl vereceklerdir?
Şahitlik, kişinin bildiği, gördüğü hakikati kendisine sorulduğunda olduğu gibi haber vermesidir. Hakikati bildiği halde ona şahitlik etmeyip gizlemek büyük günahlardan sayılmıştır. Yahudi ve Hristiyanlar, peygamberleri aracılığıyla kendilerine tebliğ edilen Tevrat ve İncil’de Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderileceği açıkça ifade edilmiş, ismi dahi “Ahmed” olarak zikredilmiş olmasına rağmen hatta bir başka âyetin ifadesine göre Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanımalarına rağmen bir kısım Yahudî ve Hristiyanlar ona iman etmemişler kendi dünyalık bir kısım iktidar ve çıkarları uğruna bu hakikati gizlemişlerdir.
“وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطاً لِتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهٖيداً: İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun diye sizi aşırılıklardan uzak bir ümmet yaptık.” ifadeyle Cenâb-ı Hak biz Müslümanların insanlık için delil değeri taşıyan örnek bir toplum olduğumuzu, olmamız gerektiğini beyan etmektedir. Vasat ümmet “ifrat ve tefritlerden korunarak inancında, ahlâkında, her türlü tutum ve davranışlarında doğruluk, dürüstlük ve adalet çizgisinde kalmayı başaran dengeli, sağduyulu, ölçülü, insaflı ve uyumlu nesil, toplum” anlamına gelir. Öyleyse bütün insanlara örnek bir nesil olarak gösterilen bu ümmetin, az önce ifade edilen özellikleriyle fıtratı bozulmamış her insanın kolaylıkla takip edebileceği sadelikteki güzel ahlâk ve yaşayışlarıyla üstün insanlığın ne olduğunu gösteren, kanıtlayan bir delil, şahit olduğu ifade edilmiştir. Bu yönüyle Müslümanlar doğrusuna yanlışına bakmadan körü körüne başkalarını taklit eden değil, başkalarına örnek olan nesil olmak durumundadırlar. Onların şahitliği iyi toplumlar için lehte, kötüler için aleyhte bir delildir. Bu şahitlik sadece hayatta olanlarla sınırlı da değildir. Bu sebeple olsa gerek cenaze namazında ölen bir mümin için hayattaki Müslümanlar ona hem dua hem de hakkında şahitlik ederler.
Yemin de bir anlamda kişinin şayet yanlışlıkla veya doğru olduğunu sanarak yemin etmesi dışında söz ve iddiasına Allah’ı şahit tutması demektir. “Vallahi şu tarihte filana olan borcumu ödeyeceğim” diyen bir kimse o tarih gelir ve borcunu bilerek veya bilmeyerek ödemeyecek olursa yeminine karşılık kefaret ödemesi gerekir. Bir de “yemîn-i fâcire” de denilen “gamûs yemini” vardır ki bilerek yalan yere yapılan yemindir. Böyle bir yemin, geçmiş veya şimdiki zamandaki olan veya olmayan bir iş hakkında bile bile yalan yere yapılan yemini ifade eder. Meselâ; bir kimsenin, borcunu ödemediğini bildiği halde; “Vallahi, borcumu ödedim.” diye yemin etmesi böyledir. Böyle bir yemin büyük günahtır ve sahibine çok ağır bir vebal yükler. Çoğunluk İslâm hukukçularına göre gamûs yemini kefaretin yeterli olmayacağı büyük günahlardan olduğundan dolayı bunun bağışlanması için kefaret gerekmez. Aslında yalan yere yemin eden bir kimse hakikati gizlemiş ve bu eylemine bir de her şeyi bilen, duyan, gören Allah’ı şahit tutmakla O’nu kör, sağır ve cahil ilan etmiş olur. Öyleyse yalan yere yemin eden kimse bir daha böyle bir hataya düşmemeye karar vermeli, çokça tövbe ve istiğfarda bulunmalı ve yemin sebebiyle zayi olan haklar varsa onları da ödeyip sahiplerinden helâllik istemelidir.
Şehid, “bir yerde hazır bulunan, bir olayı bizzat görüp bilen ve daha sonra onu bildiren” manalarına gelir. Dini bir terim olarak Allah yolunda canlarını feda eden, bu yolda öldürülen kimseleri ifade eder. Şehit olan Müslümanlar, “öldürülmüş” olsalar da, başka bir hayat mertebesinde olmaya devam ederler, şehitleri yıkanmaz ve şehit edildiği kıyafetleriyle defnedilir. Allah’ın kendilerine vaat ettiği nimetleri daha cennete girmeden önce hazır olarak görüp onlardan yararlanmaya başladıkları için “şâhid/şehid” olarak adlandırılmaktadır.
Şahitliğin diğer boyutları hakkında bu bilgileri verdikten sonra İslam yargılama usulünde şahitlik ve önemi üzerinde durabiliriz.
Yargı Sitemindeki Yeri
Yargılama, hukuki bir anlaşmazlık içindeki iki tarafın mahkeme önünde davacı ve davalı olarak talep ve delillerini sunmasıdır. Davalı ve davacı şu şekilde de tarif edilmiştir: “Davacı, söylediği söz ile başkasının elinde bulunan herhangi bir şeyi almaya çalışan yahut başkasının zimmetindeki bir hakkı ispata çalışan, davalı ise bunu inkâr eden kimsedir.”
Yargının amacı haksızlık iddialarının çözümlenip karara bağlanması suretiyle adaletin sağlanması, zulmün ortadan kaldırılması, hakkın zayi olmaması ve hak sahibine ulaştırılmasıdır. Bunun için yargılamada hâkimin, töhmet altında kalmaksızın hakkı ortaya çıkarabilmesi için tarafların ortaya koyacakları hukuki delillere bağlı kalarak davayı sonuçlandırması gerekir. Hukuki deliller esas olarak ikrar/itiraf (kişinin kendisi aleyhine başkasına ait bir hakkı haber vermesi) , şahitlik, yemin, yazılı belgeler, karineler (çeşitli bulgular, keşif ve bilirkişi raporları) ve hâkimin şahsî bilgisinden oluşur.
İslâm yargılama hukukunda şahitlik, ilk dönemden itibaren ispat vasıtalarının en yaygın şekilde başvurulanı olmuştur. Mahkemede bir durumu ispatla yükümlü olan taraf iddiasını ikrar ve belge ile olduğu gibi, şahitler vasıtasıyla da ispat edebilir. Âyetlerde hukuki işlemin âdil şahitler huzurunda kayda geçirilmesinin ispat açısından önemine işaret edilmiştir , şahitlik ispat vasıtalarından biri olarak gösterilmiştir. Şahitlikte görme olgusu üzerinde hassasiyetle durulmuş, bilhassa Hz. Peygamber’in (sas) İbn Abbas’a (ra) yönelik “Şayet güneşin aydınlığı gibi görürsen şahitlik et, yoksa çekil.” buyurması şahitlik edecek kimsenin bu konuda çok hassas olması gerektiği, tahminlerine dayanarak ortaya konulan şahitliğin hak değil, haksızlık kaynağı olabileceğine dikkat çekilmiştir.
Şahitlik, ikrardan sonra ispat vasıtaları arasında en kuvvetli delillerdendir. Hz. Peygamber kendisine getirilen ihtilaflı konuları çözmek için öncelikli olarak taraflardan delil sunmalarını veya şahit getirmelerini istemiştir. Delil veya şahitlerin bulunmaması durumunda ise, iddia sahibinin talebine bağlı olarak karşı tarafa yemin ettirmiştir.
Şahitlik biri hukuki işlemin veya olayın meydana gelişine şahit olma (tahammül şahitliği), diğeri bizzat görüp duyduğu bir konuda mahkemede açıklamada bulunma (edâ şahitliği) şeklinde iki kısımdan oluşur. Kur’ân-ı Kerîm’de her iki tür şahitlikle ilgili çok sayıda âyet bulunmaktadır. Mesela iki kişi arasında bir borç ilişkisi veya alışveriş söz konusu olduğunda bunun yazılması emredilmekte, ayrıca iki kişinin de şahit tutulması istenmektedir. Aynı şekilde, yetim çocukların mallarını koruyup gözetmekle görevli kimsenin (vasî), onlar ergenliğe ulaşıp rüştünü ispat eder hale geldiklerinde mallarını kendilerine vermesi ve bu sırada şahit tutması emredilmektedir. Ayrıca şahitlik yapanların bu şahitlikten dolayı zarara uğratılmaları yasaklandığı gibi şahitlerin şahitlik yapmaya çağrılmaları halinde bunu yerine getirmeleri ; şahitlerin bildiklerini gizlemelerinin günah olduğu , şahitliği hakkıyla yerine getirmenin iyi ve ahlâklı insanın özelliklerinden olduğu belirtilmektedir. Normal şartlarda bir hakkın ispatı için birden fazla şahit varsa bu durumda kişinin şahitlik etmesi farz-ı kifâye olur. Yani diğerlerinin bu görevi yerine getirmesi durumunda sorumluluktan kurtulur. Ancak bir hakkın ispatı hususunda kendisinden başka şahit yoksa bu durumda hakkın zayi olması tehlikesinden dolayı şahitlik yapması farz-ı ayn olur.
Şahitlik yapılırken doğruluktan hiçbir şekilde ayrılmamayı emreden iki âyet şu mealdedir. “Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine bile olsa adaleti ayakta tutun, Allah için şahitlik eden kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar veya üzerinize düşeni yapmaktan geri durursanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvâya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”
Şahitlik bir tür emanet olup diğer emanetler gibi titizlikle yerine getirilmesi gerekir. Şahitlik, hakların ispatı noktasında büyük önem taşımakta, şahitlik sayesinde hakların inkâr edilmesinin önüne geçilip bunların sahiplerine aidiyeti korunmakta, şahitlikle mallar el değiştirmekte, yargılanan insanlar aklanmakta veya hüküm giymektedirler. Hukuki işlemlerin türüne göre şahitlerin sayısında ve niteliklerinde farklılık olsa da bütün şahitliklerde şahitlerin “âdil olma” yani dini konularda duyarlı, büyük günahlardan kaçınan, emanete riayet eden ve davranışlarında mürüvvete aykırı hareketleri olmayan birisi olma şartı hep aranmıştır. Bu sebeple yalancı şahitlik, son derece çirkin görülmüş, dünyevi sorumluluğu yanında uhrevî sorumluluğu olan büyük günahlardan kabul edilmiştir. Yalancı şahitlik, adaletin gerçekleşmesini engellemekte, yeni haksızlıklara veya haksızlığın devam etmesine sebep olmaktadır. Âyette “وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ: Asılsız sözden sakının.” buyurulmaktadır. Bu ve diğer pek çok âyette başta Allah hakkında uydurulan asılsız sözler olmak üzere, yalancılığı ağır şekilde eleştiren ifadeler yer almaktadırr. Daha çok “kezib” kelimesiyle bazen de bu âyette olduğu gibi “kavle’z-zûr” şeklinde anılan asılsız söz söyleme veya yalan, İslâm ahlâk kültüründeki ifadesiyle “ümmü’l-habâis” yani bütün kötülüklerin anası olarak nitelendirilmiştir. Çünkü yalan, kötülük ve haksızlıkları, çirkinlik ve edepsizlikleri örtbas etmek için başvurulan bir yoldur. İnsan yalan söyledikçe kötülük işleme cesareti ve alışkanlığı artar.
İslâm hukukçularına göre davalarda karşı tarafın talebi olmadan Müslüman bir şahidin durumunu araştırmaya gerek yoktur. Çünkü aksi bilinmedikçe bir Müslümanın normal olarak yalan söylemeyeceği, dürüst ve âdil olduğu kabul edilir. Ancak toplumun giderek ahlâkî bir düşüş içine girmesi yalancı şahitliğin artması karşısında fakihler, yargılamanın sağlıklı olabilmesi için şahitlerin durumuyla ilgili “güvenlik soruşturması” (tezkiye) yapılması yönünde görüş bildirmişlerdir. Ceza davalarında şart olan tezkiye, hukuk davalarında hasmın isteği üzerine şahitler hakkında açık ve gizli araştırma yapılır.
Bir kişinin yalancı şahitlik yaptığı ikrarla ya da başka kesin bir delille sabit olursa İslâm hukukçuları konuyla ilgili sahâbe uygulamasına dayanarak onun teşhir , hapis ve dayak gibi ta‘zîr cezalarıyla cezalandırılacağını söylemişlerdir. Ebû Hanife de, yalancı şahitlik yapan kimseye verilecek cezayı şöyle açıklar: Bir münâdî, “Bu adam yalancı şahittir, bunu şahit edinmeyin!” şeklinde çarşı pazar dolandırılarak halka teşhir edilir. Bunun yanında yalancı şahitliğe dayanılarak verilen hükmün uygulanması sonucunda doğan zarar yalancı şahitlere tazmin ettirilir. Yalancı şahitlik yapan kişi tövbe eder ve belli bir zaman geçip samimi ve dürüst olduğu görülürse Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîler onun şahitliğinin kabul edileceğini söylerken Mâlikîler, tekrar yalan söylemesinden emin olunamayacağından şahitliğinin kabul edilmemesi gerektiğini belirtmişlerdir. Bir kimsenin mahkeme tarafından şahitliğinin kabul edilmemesi onun “adam yerine konulmaması” anlamına gelmektedir ki bu durum bir insan için çok küçültücü bir haldir.
Allah, bizleri rızasına uygun bir hayat yaşayarak hakka ve hakikate şahitlik eden, ömrü sona erdiğinde “Dünya hayatında nasıl bilirdiniz?” sualine karşılık “İyi bir mümin olarak bilirdik.” şeklinde şahitlik edecek dostları çok olanlardan kılması duası ile…
Prof. Dr. Abdullah Çolak
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ekim-Kasım-Aralık 2024/32. Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 544 76 96
www.siyerdergisi.com
Kaynakça
Cürcânî, Ali b. Muhammed eş-Şerîf, Ta’rifât, Beyrut 1985, s. 135; İbn Fâris, Ebu’l-Hüseyn Ahmed b. Fâris b. Zekeriya, (thk. Abdüsselâm Muhammed Harun), Mu’cemu mekâyisi’l-lüga, Dâru’l-fikr 1979, III, 221; Mv. F. (Mevsû’âtü’l-fıkhiyye), Vizâratü’l-evkâf ve’ş-şuûni’l-İslâmiyye, Kuveyt 1992, XXVI, 214; Apaydın, H. Yunus, “Şâhid”, DİA, İstanbul 2010, XXXVIII, 278.
Âl-i İmrân 3/18.
Mâturîdî, Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud, Te’vilâtü’l-Kur’ân, Beyrut 2004, I, 253; Heyet (H.Karaman ve diğerleri), Kur’ân Yolu , Ankara 2020, I, 520.
Alak 96/1
Hac 22/78.
Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, V, 3424.
Çelebi, İlyas, “Kelime-i Şehâdet”, DİA, Ankara 2019, EK-2/36.
Âl-i İmrân 3/52-53.
Ebüssuûd, İrşâdü’l-‘akli’s-selim ilâ mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm, Riyad, ts. I, 490-491.
Buhârî, “Ḥac”, 132, “Megâzî”, 78; Müslim, “Ḥac”, 147; Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56, 61; Tirmizî, “Tefsîrü’l-Ḳurʾân”, 10; İbn Mâce, “Menâsik”, 76, 84.
Bk. Bakara 2/283.
Bk. Saff 61/6.
Bakara 2/146.
Bakara 2/143.
Heyet, Kur’ân Yolu, I, 229-230.
Buna göre kefaret borçlusu, aile fertlerinin ortalama harcamalarını ölçü alarak on fakiri doyurmak veya on fakiri giydirmek yahut da bir köle âzat etmek konusunda muhayyerdir. Yemin kefaretini herhangi bir sıra şartına uymaksızın bunlardan biriyle ödeyebilir. Eğer bunlardan hiçbirini yapamıyorsa üç gün oruç tutar. Bk. Mâide 5/89.
Zeydân, Abdülkerim, Nizâmu’l-Kazâ fi’ş-Şerîati’l-İslamiyye, Müessetü’r-Risâle, Beyrut 1989, s. 107; Zühaylî, Vehbe, el-Fıkhu’l-İslâmî ve edilletuh, Dımaşk 1985, VI, 516.
Şirbînî, Muhammed b. Ahmed el-Hatîb, Muğni’l-Muhtâc ilâ Ma’rifeti Meâni’l-Minhâc, Beyrut, 1990, II, 308;
Bk. Bakara 2/282.
Mâide 5/106-108.
Hâkim, en-Nisâburî, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah b. Muhammed, el-Müstedrek ale’s-Sahihayn, Beyrut 1990, IV, 110 (H.No: 7045)
Buhârî, “Diyât”, 22.
Buhârî, “Müsâkât”, 4.
Müslim, “İman”, 224.
Bakara 2/282.
Nisâ 4/6.
Bakara 2/282.
Bakara 2/283.
Meâric 70/33.
Apaydın, “Şâhid”, XXXVIII, 279.
Nisâ 4/135.
Mâide 5/8.
Şâfiî, Ebû Abdillah Muhammed b. İdris , el-Ümm, Beyrut 1993, V, 35; Kâsânî, Alauddin Ebû Bekir b. Mes’ud, Bedâiu’s-Sanâî’ fî Tertîbi’ş-Şerâi’, Beyrut 1974, VI, 268; Mevsılî, Abdullah b. Mahmud b. Mevdud, el-İhtiyar li Ta’lîli’l-Muhtâr, İstanbul ts., II, 149, III, 83.
Hacc 22/30.
Heyet, Kur’ân Yolu, III, 732. İlgili hadis için bk. Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 102-105.
Erbay, Celal, İslam Ceza Muhakemesi Hukukunda İspat Vasıtaları, İFAV, İstanbul 1999, s. 78-86, 261; Yaman Ahmet-Çalış Halit, İslam Hukuku, BİLAY, Ankara 2018, s. 128.
Hz. Ömer yalancı şahitlikte bulunan şahsın yüzünü siyaha boyatmış ve bineğe ters bindirerek teşhir etmiştir. Zira yalancının yüzü karadır ve hakikati ters yüz ettiği için hayvana ters bindirilerek teşhir edilir. Bk. Çolak, Abdullah, İslam Ceza Hukuku, Hikmetevi Yayınları, İstanbul 2020, s. 169.
Ebû Ya’lâ, Muhammed b. Hüseyin b. Ferrâ , el-Ahkâmu’s-Sultaniyye, Beyrut 1983, s. 283; İbn Teymiyye, Takıyyüddin Ahmed b. Abdulhalim, es-Siyasetü’ş-Şer’iyye, Mısır 1969, s. 113.
Apaydın, “Şâhid”, XXXVIII, 282.