Faruk lakaplı Hz. Ömer, hilafet günlerinin birinde genç nesle cahiliye hayatından, İslam’a nasıl kavuştuğunu anlatıyordu. Diri diri kız çocuklarını gömdüklerini, helvadan putlar yapıp, acıkınca kendi elleri ile yaptıkları o putları yediklerini, hakkın ve haklının değil, güçlünün ve soylunun yanında yer aldıklarını; yani cahiliyenin zifiri karanlığında nasıl yollarını şaşırdıklarını ve daha sonrasında Erkam’ın evinde İslam’ın nuru ile tanışıp, nasıl hayatının tamamının değiştiğini onlara tasvir ediyordu. Hz. Ömer’i hep Faruk sıfatı ile tanıyan gençler, bir anda bu anlatılanlar üzerine şaşırıyor; Hz. Ömer gibi akıllı birinin nasıl böyle akıl dışı işleri yaptıklarını bir türlü anlayamıyorlardı. Çünkü Hz. Ömer’i onlar hep ince anlayış anlamına gelen farukiyet sıfatı ile tanımışlardı. Özellikle nicelerinin akıllarının ucundan bile geçmeyen hassas noktalarda, onun ortaya koyduğu işlere hep gıpta ile bakmışlardı. Bundan dolayı o gençlerden biri büyük bir merak ile ayağa kalkarak demişti ki: “Ey Müminlerin Emiri! Siz bunca basit işi yaparken akıllarınız yok muydu? Ancak aklı olmayan biri kendi elleri ile yaptığı ve acıktığı zamanda yediği putlara tazim edebilir.” Hz. Ömer bu soru karşısında o gün gençleri, bugün bizleri hayran bırakan bir hakikate dikkat çekerek şöyle cevap veriyordu: “ Ey Evladım! O günlerde de aklımız vardı; ama hidayetimiz yoktu. Hidayet olmasa akıl ne işe yarar ki?”
Öyle ya hidayet olmasa, akıl ne işe yarar. Çünkü akıl göz ise, hidayet ışıktır. Göz görme ameliyesini gerçekleştirebilmesi için ışığa ihtiyaç duymaktadır. Karanlıkta gözleri gören ile, âmâ arasında hiçbir fark yoktur; ikisi de görememektedir. Bunun için bazen koca koca adamların kendi elleri ile yedikleri putları görünce şaşırıp; “bu adamların hiç mi akılları yok” demeyin. Onların akılları var, ama hidayetleri yok. Hidayet olmadığı içinde böyle adamlar karanlığa alışmışlardır. Birinin küçücük bir mum yakması dahi bunları rahatsız etmekte; “yandım” diyerek ortalığı velveleye vermektedirler. Aslında ortada yanan herhangi bir şeyde yoktur. Sadece ortalık biraz aydınlansın diye, küçücük bir ışık yakılmıştır. Ama bunlar ne yazık ki ışığın düşmanlarıdırlar. Karanlık bunların en bereketli geçim kapısı ve varlıklarını devam etmelerinin vesilesidir. Karanlık muslukların kendi ceplerine doğru akmasının en önemli imkanıdır. Karanlık meşru-gayri meşru ayırımı yapmadan işlerine gelen her işi sorgusuz sualsiz yapmalarının en iyi zeminidir. Böyle olunca elbette bu adamlar ortalığın aydınlanmasını istemeyeceklerdir. Çünkü ortalığın aydınlanması demek, karanlıktan beslenenlerin kaynaklarının bitmesi ve kesilmesi demektir. Karanlığın gizlediği her olumsuz tablonun ortaya çıkması demektir. Kimin eli, kimin cebinde bunun görülmesi demektir. Böyle olunca yakılan ışığa ve aydınlanan ortalığa bu adamların düşman olması kendileri açısından bakınca çok da yadırganmamalıdır.
Bundan dolayı birileri avazı çıktığı kadar bağırıyor, bağırmaya da devam edecektir. Varsın birileri bağıracağı kadar bağırsın, bir şeyler elden gidiyor diye ortalığı velveleye veren versin; biz yine de karanlıkları aydınlatmak için mum yakmaya devam etmek zorundayız.
Yıllardır; “vatan elden gidiyor” diye bizi dolmuşa bindirip, asıl vatanı elden edenler, bu defa milleti ikna edememenin hırçınlığı ile ne yapacaklarını şaşırmışlardır. Her seferinde aynı türkü ile milleti gaza getirip, ekmeklerine yağ sürenler ne yazık ki bu sefer aynı neticeyi elde edemeyeceklerdir. Çünkü bu millet artık dostunu düşmanı çok iyi tanıyor. Vatan elden gidiyor, türkülerinin arkasında yatan sebepleri de çok iyi biliyor. Millet defaatle aynı dolmuş ile kandırıldığını çok iyi anladığı için Ziya Paşa’nın dediği gibi artık ayakta kalanın kendisi olmak istemiyor. Ne diyordu Ziya Paşa:
“Kalkın ey felâhı vatan dediler kalktık,
Herkes oturdu biz ayakta kaldık”
Yılların tecrübenin gölgesinde bu sefer ayakta kalan inşallah bu millet olmayacaktır. Bu sefer Anadolu insanı irfan yüklü sağduyusu ile bu oyunlara gelmeyecek ve putlarını onlara yedirtircesine kararan zeminleri aydınlatacaktır.
O halde büyük bir itidal ile işimize bakmalı, putlarını yiyen bu zevata; “yeyin! afiyet olsun” diyerek, asıl yapmamız gerekenleri yerine getirme noktasında gayretlerimizin yeterli olup, olmadığını gözden geçirmeliyiz. Sahabe şuuru ile şu an yaptıklarımızı da asla yeterli görmeyip, “hel min mezid” anlayışı ile var olan güzelliklerin daha da ötelerini aramak zorundayız. Unutmayalım ki; küçük şeyleri feda edemeyenler, büyük şeyler elde edemezler.
Muhammed Emin YILDIRIM