Sözün sultanı olan Efendimiz (s.a.v.) bir gün Ashabına ilahî kelamın değer ve kıymetini öğretme adına şöyle bir söz söyler: “Gerçekten Allah bu kitap ile bazı toplulukları yüceltir, bazılarını ise alçaltır.” (Müslim, Müsafirîn, 269; İbn Mace, Mukaddime, 16)
Bu sözü belleklerine silinmemek üzere yazan o altın neslin kahramanlarından biri de Hz. Ömer’di. Şahsiyetini adalet, kuvvet ve rahmet üzere oluşturan İslam’ın yüz akı yiğitlerinden biri olan Hz. Ömer, hep bu sözün gölgesinde yaşamış; İslam’dan daha büyük bir şerefin olmadığını hayatında birçok tabloda bizlere göstermiştir. Onun 10,5 yıl süren, değil dostlara düşmanlara bile örnek olan hilafet yıllarının birinde, Mekke valisi Nâfi b. Abdulharis ile aralarında geçen bir konuşma çok manidardır ve bizler için çok önemli mesajlar taşımaktadır.
Vali Nâfi görevli olduğu bir gün yerine azatlı kölelerden biri olan İbni Ebzâ’yı vekil olarak bırakır ve Medine’ye doğru yola çıkar. Medine’ye varmadan Usfân denen mıntıkada Halife Ömer ile karşılaşır. Hz. Ömer Mekke valisini karşısında görünce ilk önce sorduğu; “Kimi yerine vekil bıraktın?” sorusu olur. Çünkü Hz. Ömer devlet işlerinde çok ciddidir, asla en küçük bir ehliyetsizliğe ve disiplinsizliğe yer verilmesine tahammül etmemektedir. Vali Nâfi, “Yerime İbni Ebzâ’yı bıraktım” der. Hz. Ömer tanımadığı bu şahıs hakkında bilgi almak adına bu sefer de; “O kim?” diye sorar. Vali Nâfi; “Bizim azatlı kölelerimizden biridir” diye cevap verir. Mekke’nin sosyal yapısını çok iyi bilen Hz. Ömer şaşırır ve Nâfi’ye derki: “Şimdi sen Mekkelilerin üzerine azatlı bir köleyi mi vekil olarak bıraktın?” Nâfi verdiği cevapla Hz. Ömer’e yıllar önce Efendimiz’den duyduğu sözü hatırlatır. Der ki: “Ey Müminlerin Emiri! İbni Ebzâ içimizde Allah’ın kitabını en iyi bilenlerden biridir; böyle olduğu için zaten ben onu vekil olarak bıraktım.” Hz. Ömer bir anda sarsılır ve yukarıda aktardığımız hadisi hatırlar; Kur’an’ın kendisine tabi olup, onun ahkamı ile amel edenleri ve ahlakı ile ahlaklananları yükselttiğini, ama ona sırtlarını dönenleri, o yokmuş gibi yaşayanları, onu devri geçmiş bir mesaj olarak anlayanları yada onu gözden çıkarılacak kadar basit bir şey gibi ona muamele edenleri ise alçalttığını ikrar eder.
Bu gerçek dün böyleydi de, bugün böyle değil midir? Hakikaten Kur’an bazılarını yükseltip yüceltirken, bazılarını alçaltıp, ayaklar altına düşürmüyor mu? Dün sıradan bir köle iken birden Kâbe’nin çatısında ezanı haykıracak kadar Bilal’i yükseltirken; Mekke’nin en soylu ve en asil insanı Amr ibn Hişam’ı (Ebu Cehil’i) alçaltmadı mı? Dün sıradan bir deve çobanı olan Rebi İbn Amr’ı yükseltip onu binlerce askerin komutanı yapıp, İran topraklarına silinmez harflerle adını kazıtırken, efsanevi komutan Rüstem-i Zal’ı onun karşısında alçaltmadı mı? Dün cahiliyenin zifiri karanlığında her türlü insanlıktan uzak olarak yaşayan çöl insanlarını yükselterek koca bir medeniyetin temellerini attırırken, aynı çağa damgasını vuran nice devletleri birer birer tarih sayfasından silerek alçaltmadı mı? Dün bir avuç insanı Arap yarımadasından ta Avrupa’nın göbeğine kadar getirip, orada yüzyıllar boyu bir kültür ve ilim havuzu oluştururken, aynı insanları Kur’an’a sırt döndükleri için o topraklarda kökleri kazınırcasına alçaltmadı mı? Dün onlarca devlet ve beylik arasında Kur’an’a tabi oldukları için seçilip, üç kıtada adlarını duyuracak kadar büyüyen ve altı yüz yıl bir imparatorlukla destan üzere destan yazan Osmanlı’yı yüceltirken, onların soyundan gelenleri ise Kur’an’a sırt döndükleri için koca bir coğrafyanın neredeyse zekâtı kadar bir toprak parçasına sıkıştırıp onun bunun emirleri ile hareket eden bir memur seviyesine düşürmedi mi? Dün Kur’an’dan aldığı güç ile öldürülen bir tek Müslüman için dünyaları ayağa kaldıracak kadar yücelerde bulunan aynı medeniyetin çocukları, şimdilerde her gün yüzlerce kardeşinin ölümünü sadece seyreden bir hale düşmedi mi? Dün bir karış toprağına değil ayak basanları, göz dikenleri bile titretecek bir güce sahip iken, bugün öz yurdunda garip yaşamaya mahkûm olacak bir düzeye düşürmedi mi?
Kur’an konuşuyor ve diyor ki: “Başınıza her gelen ellerinizle yaptıklarınızdandır.” Ne yaptık ki bu hallere düştük? Ne yaptığımız ortada; Kur’an’a sarılacağımız yerde, onu terk edip başka şeylere sarıldık. Kur’an’a hicret edeceğimiz yerde, ondan başka şeylere hicret ettik. Kur’an’ı hayatımızın eksenine taşıyıp, onu hayatımıza yön verecek imam kılacağımız yerde, onu hayatlarımızın dışına ittik. Kur’an ile şeref kazanacağımız yerde, şerefi yanlış yerlerde arar olduk.
Ümmet olarak kaybettiğimiz değerlere yeniden kavuşma adına Allah’ın bizlere en büyük tenezzülü olan, bizlere hayat kaynağı ve her türlü dertlerimizin şifası olan Kur’an’a yeniden yönelmek zorundayız. Onu anladıkça hayatlarımız anlamlı bir hale gelecek, onu yücelttikçe bizlerde onun sayesinde yüceleceğiz. Ya böyle olmazsa; o yine yüceliğini, değerini ve cazibesini muhafaza edecek, ama biz ne yazık ki alçaldıkça alçalacağız.
Muhammed Emin YILDIRIM