Hicretin 8. yılında Efendimiz (sav) 10.000 Sahabe ile birlikte daha dün sürülüp çıkarıldığı baba ocağı Mekke’ye, muzaffer bir komutan olarak geri dönmüştü. O gün İslam’ın izzet ve şerefinin temsil edildiği en önemli günlerden biriydi. Allah Resulü o gün aynen atası Hz. İbrahim gibi putları kıracak, Kâbe’yi işgal eden o cansız taş yığınlarını birer birer yere devirecekti. Elindeki asa ile putları yere düşürürken; “Hak geldi, batıl yok oldu. Muhakkak ki, batıl yok olmaya mahkûmdur” diye haykıracaktı.
Kâbe’nin içerisinde bunlar olurken, dışarıda 20 yılı aşkın bir zamandır İslami davete karşı olan, O’nun (sav) yürüdüğü yollara dikenler serpen, üzerine deve işkembeleri atan, O’na sözlü ve fiili saldırılarda bulunan, ailesine ve arkadaşlarına her türlü zulmü reva gören, kalabalık bir topluluk akıbetlerinin ne olacağı konusunda endişeli bir bekleyiş içerisindeydiler. Bir müddet sonra Efendimiz (sav) böyle bir topluluğun huzuruna çıktı ve mübarek lisanından çıkan cümle şu oldu: “Şimdi size ne yapmamamı bekliyorsunuz?” Akıbetleri konusunda oldukça endişeli olanlar, yine de büyük bir umutla şöyle cevap verdiler: “Sen kerim bir babanın, kerim bir oğlusun. Biz senden ancak iyilik bekliyoruz.” Onlar yüreklerindeki korkuyla böyle bir cevap verirlerken, aslında Efendimiz (sav) onlara nasıl bir muamele yapacağını bu sahneden 11 yıl önce belirlemişti.
Tam 11 yıl önce şuan iktidarın zirvelerinde olan Efendimiz (sav) yanında sadece Zeyd ibn Harise ile birlikte, “acaba, Taif imana yatak olur mu?” düşüncesi ile oralara gitmiş, uzaktan akrabası olan Abd-i Külâl oğullarının evine konuk olmuş, onlara geliş amacını açıklamış, ama ne yazık ki, beklediği karşılığı elde edememişti. O evdeki kara yüzlü adamlar, Efendimiz’i (sav) derinden incitecek sözler söylemişlerdi. Allah Resulü o evden dışarı çıkacağı zaman onlardan tek bir talepte bulunmuştu. Demişti ki; “Sizleri dine davet etmek için geldim, siz ise kabul etmediniz. Bu konuştuklarımız aramızda kalsın olmaz mı? Burada konuştuklarımızı Mekkeliler duymasın.” O kara yüzlü adamlar bu masumane talebi bile olgunlukla karşılamamış; “Senin evimizde düştüğün bu hali Mekkeli dostlarımız duymalılar” demiş, birde dışarıda Efendimiz’i bekleyen bir müjdenin (!) haberini vermişlerdi. Efendimiz (sav) o evden dışarı çıktığında neyi, ne adına taşladıklarını bilmeyen çocukların taşlarının hedefi olmuş, mübarek bedeninden kanlar akarken büyük bir zorlukla kendini Ninovalı Addas’ın üzüm bahçesine atmıştı. Bir müddet orada dinlendikten sonra Mekke’ye doğru yola çıkmış, Hira dağının eteklerine gelince de yaşlı gözlerle; “Ben şimdi nasıl Mekke’ye gireceğim. Amcam Ebu Talip mi var beni himaye etsin! Haticem mi var, beni şefkatli kollarının arasına alsın” demişti. Zor günlerdi o günler, yıllar sonra Efendimiz (sav) Hz. Aişe’nin bir sorusu üzerine; “hayatımın en zor günleri” deyip, bu hadiseleri anlatacaktı.
O günün Mekke’sinde bir kural vardı; Mekke’den bir olay üzere çıkan, ancak hatırı sayılı birinin himayesinde yeniden Mekke’ye girebilirdi. Peki, kim Efendimiz’i o günlerde himaye edebilirdi ki? Efendimiz (sav) çok zor bir durumdaydı. Böyle bir halde Efendimiz, Uraykıt isimli bir şahsı önce Ahnes b. Şerik’e, sonra Süheyl ibn Amr’a himaye talebi ile gönderiyor; ama ikisinden de olumlu bir cevap gelmiyordu. Bu sefer üçüncü bir isim olarak Mut’im İbn Adiyy’e gönderiyor; o, bu talebi kabul ediyor, kabilesinden adamları toplayıp geliyor ve Efendimiz’i (sav) himayesine alarak Mekke’ye getiriyordu.
İşte böyle bir zamanda ve zeminde semanın kapıları açılıyor; Cibril-i Emin, Muhammedü’l-Emin’e, Yusuf Sûresini getiriyordu. Efendimiz kıssaların en güzeli olan bu muhteşem ayetleri okurken, neden bu sûrenin şimdi nazil olduğunu daha iyi anlıyordu. Çünkü bu sûre her ne kadar Hz. Yusuf’u anlatsa da, aslında Efendimiz’i anlatıyor, O’na (sav) mesajlar veriyordu.
Efendimiz (sav) bu sûrenin kendisine vermek istediği mesajları çok iyi anlamıştı. Allah (c.c.) indirdiği bu ayetlerle adeta Resul’üne diyordu ki: “Ey Resulüm! Risaletin davası zor bir davadır. Bu davada kardeşlerin tarafından kuyulara atılmak var, birkaç değersiz dirheme pazarda köle gibi satılmak var, Züleyha’nın şehvetli elleriyle gömleğinin arkadan çekilip yırtılması var, zindanları medrese edinme var. Sen bunların hangisine muhatap olursan ol, sakın aldırma. Yoluna devam et. Yusuf’u kuyudan iktidara taşıyan ilahi irade, bir gün seni de layık olduğun makama eriştirecektir. Eğer bir gün sende kardeşin Yusuf gibi iktidarı ele geçirirsen, onun gibi davran ve onların hepsini bağışla.”
Efendimiz (sav) bu sûre nazil olduğu zaman elinde hiçbir güç ve iktidar yoktu. Ama O (sav) böyle bir zeminde ve işin başında güç, kuvvet, fetih ve galibiyet ahlakını öğreniyordu. İşte şimdi karşısında endişe ile bekleyen Mekkelilere, 11 yıl önce Yusuf Sûresinin mesajlarından aldığı ilahi terbiye ile diyordu ki: “Ben size Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi derim: ‘Bugün size hiçbir kınanma ve ayıplanma yoktur.’ Gidin, hepiniz salıverildiniz.”
Peki, sadece Yusuf Sûresi mi, Allah Resulü’ne ahlakın inşası noktasında böyle önemli katkılar sağlıyordu? Elbette ki, hayır; bizler Kur’an-ı Kerim’i istenilen oranda Kur’anu Natık/Konuşan Kur’an olan Efendimiz’in hayatı ile birlikte okuyabilsek ve anlamaya çalışsak, asıl o zaman bu mesajların ne kadar çok ve önemli olduğunu daha iyi kavramaya başlayacağız. Muhammed Emin Yıldırım