Hayra davet edecek, iyiyi emredip kötülüğü nehyedecek bir topluluğun daima bulunması gerektiğini bildiren Âl-i İmrân Sûresi’ndeki ayet, son iki asırda Müslümanlar tarafından çok daha dikkatle değerlendirmeye alındı. Siyasî, askerî, iktisadî, ahlâkî, sosyal ve kültürel sahalarda İslâm ümmetinin içine düştüğü çeşitli türden badireler toplu bir tecdid ve ıslah hamlesini icap ettiriyordu. Bu hamlenin mühim parçası, ayette ifadesini bulan davet vazifesiydi. Vazifenin ayette bir topluluğa yüklenmiş olması, haliyle organize bir hareketliliği lüzumlu hale getiriyordu. “Bu hale nasıl düştük?” ve “Bu halden nasıl kurtuluruz?” suallerine alimlerin, münevverlerin ve hareket adamlarının verdikleri cevaplar tabii ki muhtelifti. Bu nedenle o günlerden bugüne gelen teşkilatlı davet, her vakit ilkesel ve yöntemsel farklılıklarla malul oldu.
Geleneğin İzinde Davet
Sünnî Ehl-i Hadis geleneğinde tebliğ ve davet kuşkusuz çok önemlidir. Bilhassa sünnet kapsamındaki sahâbe ve tâbiîn neslini de içine alan örneklikler bu davet geleneğinin yönünü çizen temel işaretlerdir. Bu çizginin kavşak noktalarından İbn Teymiyye (ö. 1328), Kitâbü’l-Hisbe ve es-Siyâsetüş-Şer’iyye adlı eserlerinde iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma işinin sivil ve resmî yönlerini tafsilatıyla ortaya koymuştur. Bir başka isim olarak Muhammed b. Abdülvehhâb (ö. 1792), daha sonra Vehhabilik adını alacak bir hareketi hem nazari hem de ameli yönüyle bir davet çalışması olarak başlatmıştır. İbn Teymiyye ve İbn Abdülvehhab çağdaş Selefi davetin baş referanslarıdır. Bu geleneksel çizgi, daha çok hadis-i şerifleri merkeze alan literalist bir dîni usule kendisini bağlar. Davetteki temel vurgular tevhid ve sünnet kavramları üzerinedir. Zıtları olan şirk ve bidat, sözlü ve yazılı malzemenin başlıca mevzusunu teşkil eder. Bunlarla alakalı ilk asırlardan bugüne kesintisiz bir literatürün mevcut olması Selefi davetçilere haklı bir özgüven kazandırmaktadır. İnançların kamusal alandaki yansımalarını ve genel ahlakı denetlemekle vazifeli ihtisâb kurumunun mevkii bu bağlamda önemlidir. Suudi devletinin tarihinde önemli bir ihtisâb kurumu olan ancak bugün yetki ve müdahale sahası epeyce kısıtlanan mutavvia teşkilatı, iyiliği emir ve kötülüğü nehiy görevinin resmi organı olarak işlev görmüştür. Yine Suudi Arabistan’ın uluslararası bir kurumu olan Râbıta vasıtasıyla Selefi davet, küresel çapta bir devlet desteğini arkasına almıştır.
Suudi hâmiliğindeki Selefiliğe 1990’lardan itibaren tesir etmeye başlayan siyasal İslâmcılık ile birlikte Sahve (uyanış) farklılaşması ortaya çıkmıştır. Selefiyye’nin “sahih menhec” üzere görmediği için olumlamadığı medrese ve sufiyye hareketleriyle, ayrıca siyasi olsun olmasın ıslahat yanlısı teşkilatlarla “ümmetin maslahatı” adına davet sahasında iş birliği yapmakta mahzur görmeyen Sahve, içinden Selman el-Avde, Sefer el-Havâlî gibi dünya çapında meşhur davetçiler çıkartmıştır. Bu iki alim hâlen Suudi Arabistan’da hapistedir. Sahve’nin yol açtığı diğer bir akım olarak Cihadi Selefiyye ise, İslâmî davetin ancak gerçek anlamıyla bir İslâmî devletin siyaseti altında gayesine ulaşabileceği fikrinden hareketle, halkı Müslüman ülkelerin gayrimeşru saydıkları rejimlerine ve onlara destek veren emperyalist güçlere karşı militer yöntemlerle mücadele için “küresel cihat” konseptini ortaya atmıştır. El-Kaide ve türevleri bu akımın günümüzde en bilinen temsilcileridir.
Hint alt kıtasındaki bir buçuk asırlık Diyobendiye cemaati gibi büyük organizasyonları ortaya çıkartan medrese gelenekçiliğinde ise davet çalışmaları daha çok fıkıh ve kelam müktesebatına dayalı olarak planlanır. Vurgular genellikle akaid ve şeriat üzerine yapılır. Fakat Selefiyye’nin aksine medrese, mevcut mezhebi gelenekler üzerinden çağrısını temellendirir. Diyobendiyye Dârü’l-Ulûmu, İngiliz sömürgesi altında kültür taarruzuna maruz kalan Hintli Müslümanlara eğitim hizmeti vermek için 1857 yılında kurulmuştu. Bugüne gelindiğinde, dünya üzerinde özellikle Hint Müslümanlarının yaşadığı her yerde binlerce medresesiyle faaliyetini sürdüren küresel bir harekete dönüşmüştür. Muhammed İlyas Kandehlevî (ö. 1944) de bu ocaktan yetişmiş bir alimdi. Medresenin halkın çok küçük kısmına hitap ediyor olması gerekçesiyle Muhammed İlyas, insanların ayağına giderek davet etmenin daha verimli bir usul olduğunu söylemiş ve bugün dünyanın en büyük cemaatlerinden birisi olan Tebliğ Cemaati’nin temellerini atmıştır. Bu cemaat davet vecibesinin uygulanması adına özgün bir sistem geliştirmiştir.
Bu sisteme göre bir tebliğci haftada birkaç saatini mahallesindeki davet faaliyetlerine ayırmalıdır. Her ay üç gün başka mahallerde tebliğ yapmalıdır. Ayrıca her yıl kırk gün cemaatin hususi tebliğ gruplarında görev almalıdır. Ömründe bir defa bile olsa aralıksız dört ayını yine davet çalışmalarına ayırmalıdır. Tebliğ Cemaati, sadece belirlemiş olduğu altı prensibi tebliğ etmeleri, Müslümanları ilgilendiren siyasi konulara hiç girmemeleri, gayrimüslimleri davet kapsamı dışında değerlendirmeleri nedeniyle tenkid edilmektedir. Endonezya’da 1926 yılında kurulan Nehdatü’l-Ulemâ hareketi de medreseyi esas alan bir dava hareketi olarak Güneydoğu Asya’da milyonlara hitap etmektedir.
Gelenekli yapılardan üçüncüsü olan tarikatlarda davetin temeli tasavvufi irşaddır. İrşadın faili olan mürşidden bunu iradesiyle talep eden kişiye mürid denir. Mürid, mürşidinin kılavuzluğunda yola (tarikata) girer ve seyr-i sulûku başlar. Gazzalî’nin (ö. 1111) İhyâ adlı eserinde dediği gibi müridin bir âmâ gibi mürşidini izlemesi, onun yanlışını kendi doğrusuna tercih etmesi gerekir. Tarikat geleneğinde mürşidin izni olmadan bir müridin davet ve irşada kalkışması doğru karşılanmaz. İrşadın vasıtası olarak sohbet, Nakşibendiyye’de çok önemlidir. Evvelki sufilerin sünnetleri ve iyi halleri sohbette menâkıb, hılye gibi başlıklar taşıyan kitaplardan okunur ve bunların örnek alınması talep edilir. 20. yüzyıldan itibaren tarikatlar, geleneksel erkânın yanı sıra, diğer İslâmî cemaatler gibi eğitim, insani yardım, sağlık, basın-yayın gibi alanlarda yatırımlar yaparak müridân dışındaki geniş kesimlere de ulaşmak istemişlerdir. Hatta Mısır, Pakistan gibi ülkelerde partileşmek suretiyle bizzat siyaset yapan tarikatlar bulunmaktadır.
Islahâtın Bir Cüzü Olarak Davet
İslâmî ıslahatçılık, davetin geleneksel vasıtalarının güncelleştirilmesi ve yaygınlaştırılmasını hedef edinen bir akımdır. Dini geleneklerin içindeki bazı problemli unsurların modern zamandaki davet çalışmalarını sekteye uğrattığı düşünüldüğünden, bu geleneklere dönük eleştirel bir dilin yer yer istihdam edildiği gözlemlenir. Gelenekçilikteki metin ve nakil odaklı davet, ıslahatçılıkta yerini yeni açılımlara bırakır. Akli izahlar daha fazla yer tutmaya başlar. Islahatçılıkta davetin hedefi, muhatap şahsın kendisini iyi bir Müslüman, çevresini de iyi bir İslâmî çevre haline getirmektir. Bu sadece dini terbiyeyle mümkün olmaz. Sosyal, kültürel, siyasi ve iktisadi bir bilinçlendirme de hedeflenir. Bunu yaparken “İlim mü’minin yitik malıdır.” sözünden mülhem, gayrimüslim dünyadan da faydalanma cihetine gidilir. Batıdaki bilimsel ve sosyo-kültürel gelişmeler davetin önüne açma ve onu destekleme adına kullanıma alınır.
Sadece dini terbiye amaçlanmadığı için davetle ilgili klasik dini literatür ıslahatçılıkta yetersiz kalır. Bu nedenle müstakil eserler yazılmıştır. Davetçinin Yol Kılavuzu, Davet Yolunda Temel Meseleler, Sapmalara Karşı İslâmî Davet, Davet Ahlakı, İslâm’a Davet Fıkhı gibi başlıklarda çok sayıda kitap telif edilmiştir. Dergicilik şuurlandırma ve davet işlerinde yaygın bir vasıtadır. Efgâni (ö. 1897) ile Abduh’un (ö. 1905) çıkardığı Urvetü’l-Vüskâ ve Abduh ile Reşid Rıza’nın (ö. 1935) çıkardığı el-Menâr dergileri bu türden yayıncılığın ilk ve meşhur örnekleridir. Islahatçılığı siyasi bir gaye için tasarlayıp uygulayan akımlar ile günlük siyasete bulaşmamayı ilke edinen ıslahatçı yapılanmalar usul ve yöntemde birbirlerinden ayrılırlar. Hint kıtasının önemli İslâmî yapılanmalarından biri olan Nedvetü’l-Ulemâ’nın reislerinden Ebü’l-Hasan en-Nedvî’ye (ö. 1999) göre “İktidar sahiplerine imanı ulaştırma çabası, iman sahiplerini doğrudan iktidara ulaştırma çabasından daha faziletlidir.” Burada Nedvî misal olarak İmam-ı Rabbanî’yi (ö. 1624) gösterir. O, Ekber Şah’ın “dinlerin birliğini” amaçlayan sapkın fikriyle mücadele ederken ne siyasî ne de askerî bir yöntemi benimsemişti. Sadece devlet erkânına nasihat etmiş, onları yazdığı mektuplarla uyarmıştı. Bu tedrici ve ihtiyatlı yol sonuç vermiş, Ekber’den sonra tahta çıkan oğlu Cihangir ve onun ardından gelen Cihan ve Alemgir, İslâmiyet’e ve Müslümanlara büyük hizmetleri dokunan hükümdarlar olmuşlardı.
Diğer taraftan siyasal ıslahatçılığın önder isimlerinden, İhvân-ı Müslimîn’in kurucusu Hasan el-Bennâ’ya (ö. 1949) göre İslâm, “Hem ibadet hem önderliktir; hem dindir hem devlettir; hem ruhaniliktir hem ameldir; hem namazdır hem cihaddır; hem itaattir hem yönetimdir; hem mushaftır hem kılıçtır; bunların biri hiçbir zaman ötekinden ayrı olamaz.” Bennâ’nın düşüncesinde davet açıktır. Camiiler, mahalle lokalleri, üniversite kampüsleri, öğrenci kampları gibi yerler davetin uygun mekanlarıdır. İhvân’ın diğer önemli ismi olan Seyyid Kutub’un (ö. 1966) Yoldaki İşaretler’inde dillendirdiği “öncü cemaat” teklifi ise, daha küçük ve radikal kimlikli bazı teşkilatlarda “gizli davet” olarak anlaşılmıştır. Oysa Kutub burada bir yeraltı çalışmasını kastetmemektedir. Siyasal ıslahatçılıkta çok tutulan “aşamalı davet süreci”nin ilk aşaması olarak bu öncülüğü önermektedir. Örneğin Hizbü’t-Tahrir’de bu süreç üç aşamada açıklanır. Birinci aşamada bire bir davet yoluyla teşkilat kadrosunu oluşturacak bireylere ulaşılarak bu kişiler üzerinde yoğun bir kültürlendirme faaliyeti yapılır (Dârü’l-Erkâm örneği). İkinci aşama, yetişmiş kadroların insiyatifinde davanın insanlara açıkça sunulması ve kamuoyu oluşturulması safhasıdır. Bu aşamada yönetimle zorunlu olarak çatışmak nebevî sünnetin bir gereğidir. Bu mücadelenin ardından üçüncü aşamada yönetim devralınır, İslâmî devlet tesis edilir, halife seçilir, şer’î hükümler hayata geçirilir.
İslâm Modernizmi altında değerlendireceğimiz İslâmî yapılarda ise davetin temelini, mevcut İslâmî geleneğin veya başka deyişle “bugüne İslâm diye gelen dinin” tenkid ve tashihi oluşturur. Bu işlemin “Kur’ân ışığında” yapılması önerilir. Davet modernist yapılarda genellikle eğitimli ve seçkin bir dar kesime yöneliktir. Hem Kur’âncılıkta hem de tarihselci anlayışta meal-tefsir ve kavram çalışmaları ile muhataplara ulaşılmaya çalışılır. Öte yandan modernizm karşıtı bir akım olarak gelenekselcilik (tradisyonalizm), modernizmin etkisiyle fıtratından uzaklaşmış insanlığı ilahi kaynaklı “ezeli hikmet”e çağırır. Zira tüm din ve mezheplerin bâtınî/mistik vechelerinde kendini belli eden bu hikmet sayesinde insanlık huzur ve sükuna erecektir. Kendilerine ârif, hakîm, velî denen İbnü’l-Arabî (ö. 1240) ve Rûmî (ö. 1273) gibi büyük şahsiyetler bu hikmetin bilgisine sahiptirler. Böyle âriflerin söz ve fiilleri üzerinden maneviyatı esas alan bir davet söylemi geliştirilir. Gelenekselcilere göre, ıslahatçı ve modernist akımların reform teklifleri bir işe yaramamaktadır. Gelenekçi akımların davetleri ise kabukta kalmakta, öze inememekte, derûna tesir edememektedir.
Yukarıda açıkladığımız şekilde günümüzdeki İslâmî davet çalışmalarının nazari ve tatbiki farklılıkları, kuşkusuz ki şahsiyetler ve teşkilatlar arasında rekabet ortamı oluşturmakta, zaman zaman birbirlerine mâni teşkil edecek bir mahiyette işlev görmektedir. Bu zararın izalesi için diyalog ve birlikteliklerin artırılmasından başka bir yol bulunmamaktadır. Davet çalışmalarının birbirlerinin önünü kesen verimsiz bir vasattan kurtulup “hayırda yarış” kıvamına ulaştırılması günümüz Müslümanlarının en büyük beklentilerinden biridir.
Mehmet Ali Büyükkara
Siyer İlim, Kültür ve Tarih Dergisi Ocak-Şubat-Mart 2020/13 Sayı
İrtibat ve Detaylı Bilgi İçin: 0212 550 0 571
Whatsapp Abone Hattı: 0531 660 50 18
www.siyerdergisi.com