Düşünce ve eylem dünyamızda yaptığımız en mühim hatalardan biri de, doğru işi doğru zamanlarda yapamamaktır. Ne yazık ki zamanlamada yaptığımız hatalar, çoğu zaman doğru eylemlerimizi gölgede bırakmakta ve bir türlü beklenilen kazanımların ortaya çıkmasını sağlayamamaktadır. Gelin öyleyse bu tarz eksiklerimizi gidermek için, yine sahabenin iklimine doğru bir yelken açalım ve köklerimiz olan o güzide nesilden doğru işi, doğru zamanda yapmanın ne demek olduğunu anlamaya çalışalım.
Size; “Efendimiz (sav) Cuma namazına iştirak etti diye, hepinizin çok yakından tanıdığı büyük sahabî, Peygamber’in şairi ve aşığı olan Abdullah ibn Revaha’ya kızdı?” desem, hemen “Efendimiz (sav) bir farzı, hem de Cuma namazı gibi bir farzı yerine getirdiği için neden Abdullah ibn Revaha’ya kızsın ki?” diye itiraz edebilirsiniz. Ama gerçekten Efendimiz Abdullah’a kızmış; onu, kıldığı Cuma namazından dolayı ciddi bir şekilde eleştirmiştir. Neden Efendimiz (sav) böyle doğru bir eylemden dolayı Abdullah ibn Revaha’ya kızmış olabilir? Bu eylemin zamanlamasında nasıl bir eksik vardı ki, o büyük insan, kutlu Nebi’nin çatan kaşlarının muhatabı olmuştur? Sözü daha fazla uzatmadan, tüm dertlerimizin dermanı olan o altın çağın, sayfalarını çeviriyoruz.
Efendimiz (sav) Hicretin 8. yılında Busrâ hükümdarına ulaştırılmak üzere, sahabeden Hâris b. Umeyr’in eliyle o bölgeye bir davet mektubu gönderir. Hâris, bugün Ürdün sınırları içerisinde kalan Mute denen topraklara varınca, o toprakların valisi olan Şurahbil b. Amr’ın askerleri tarafından tutuklanır; saraya valinin huzuruna götürülür ve orada sorgulandıktan sonrada kılıçla boynu vurdurulur. Hâris’in şehadet haberi Medine’ye ulaşınca, Efendimiz (sav) çok gadaplanır, haksızca öldürülen elçisinin kanını yerde bırakmama adına hemen bir ordu tertiplenmesini emreder. Efendimiz’in bu emri gereği 3000 kişilik bir ordu Medine dışındaki ordugâh olan Cürüf’de toplanmak için seferber olur. O gün günlerden Cuma’dır. Efendimiz (sav) ordu içerisinde yer alacak askerlere sabahın erken saatlerinden itibaren Medine’den Cürüf’e doğru hareket etmeleri emrini vermiş, kendisinin de Cuma namazından sonra gelip orduyu yolcu edeceğini onlara bildirmişti.
Bu ordunun Cafer b. Ebi Talib ve Zeyd ibn Hârise’den sonra üçüncü komutanı olan Abdullah ibn Revaha: “Madem Efendimiz (sav) Cuma namazını kıldırdıktan sonra Cürüf’e gelecek, o halde ben, neden Cuma namazından mahrum olayım ki? Namazı Allah Resulü ile birlikte kılar, sonra gider ordugâha yetişirim. Hem de namazdan mahrum olmam” diye düşünmüştü.
Abdullah ibn Revaha böyle masumane bir düşünce ile namaz vakti Mescid-i Nebevi’ye girmiş, Efendimiz’in (sav) karşısında bir yerde durmuştu. Efendimiz (sav) tam minbere çıkıp hutbesini irat etmeye başlayacağı sırada ordunun komutanlarından biri olan Abdullah’ı görmüş, hemen mübarek veçhesi bir anda değişmiş ve sert bir üslup ile Abdullah’a şöyle bir soru yöneltmişti: “Ey Abdullah! Sabah arkadaşlarınla beraber Cürüf’e gitmen gerekmiyor muydu?” Bu soru karşısında Abdullah bir anda sarsılmış, Efendimiz’den hiç beklemediği bir tepkiyi almanın şaşkınlığı ile demişti ki: “Ya Resulullah! Cumayı seninle kılmak, sonrada arkadaşlarımın yanına gitmek istedim. Nasıl olsa sizde Cumadan sonra yanımıza gelecektiniz.” Efendimiz (sav) bu cevap karşısında biraz daha hiddetlenmiş ve demişti ki: “Ey Abdullah! Unutma ki, yeryüzündeki varlığın tamamını Allah yolunda harcasan, yinede arkadaşlarının sabah evlerinden çıkarken elde ettikleri sevabı asla kazanamazsın.”
Abdullah ibn Revaha bu söz karşısında donakalmıştı. O aslında Cuma namazının sevap ve rahmetinden mahrum kalmamak için sabah ordugâha gitmemişti. Ama şimdi yolunun rehberi olan Efendimiz (sav) ona kaybettiği mükâfatın ne kadar büyük olduğunu söylüyordu. Abdullah namaz sonrası büyük bir pişmanlık içerisinde doğruca Cürüf’e doğru koşuyordu. Efendimiz’de namaz sonrası oraya geliyor ve o bahtiyar orduyu Mute’ye doğru yolcu ediyordu. O gün Abdullah ordunun diğer iki komutanı olan Cafer ve Zeyd ile birlikte yola çıkıyor, ama üçü de bir daha Medine’ye geri dönemiyorlardı. Çünkü onlar Mute’nin kahramanları olarak, o topraklarda şehadet şerbetini içeceklerdi. İşte bu tarihi rivayet, bize çok önemli bir hakikat olan; doğru işi, doğru zamanda yapmanın gerekliliğini anlatır.
Ne dersiniz, acaba yeniden ve bir kez daha sahabenin rehberliğinde, düşünce ve eylem dünyamızı zamanlama itibari ile gözden geçirip, bu işin birde bu yönüyle muhasebesini yapmak bizlere çok önemli açılımlar kazandırmaz mı?
Muhammed Emin YILDIRIM